Hatt-ı Müdafaa Yoktur!
Aksu Bora

“Orospu nedir, biliyor musun, kendilerini kıçlarıyla savunan insanlardır.” Onca Yoksulluk Varken’de geçer bu cümle. (link) Vivet Kanetti’nin leziz çevirisiyle, eskiden orospuluk yapmış olan ve yaşlandıktan sonra da orospuların çocuklarına bakan Madam Rosa’nın kendini tarif etmek için kullandığı bir laftır bu. “Seks işçisi” gibi bir şey değildir. Sadece bir mesleğe ya da çalışma biçimine değil, Madam Rosa’nın hayatla ilişkisine işaret eder “kendini kıçıyla savunmak”. Dümdüz, sade bir tanımlamadır. Küçük bir çocuğa orospuluğun ne olduğunu anlatmanın muhtemelen en iyi yoludur da.

Küçük bir oğlanın berrak bakışından, dünyadaki varlığımızı kısımlara bölmenin pek bir anlamı yoktur; yaptığımız iş, arkadaşlarımız, müşterilerimiz, çocuklarımız, komşularımız… birbirlerinden ayrılmazlar. Yine aynı bakış, bahse konu olanın bir “dünyada bulunma” durumundan ibaret olmadığını görür. Madam Rosa, kendini dünyaya karşı savunmaktadır. Kıçıyla. Mülkiyetin, polislerin, gaz odalarının, ırkçılığın, sevgisizlikten ölen köpeklerin dünyasıdır bu. Elinde ne varsa kendini onunla savunmak zorunda olduğun bir dünyadır.

Momo’nun bakışını izleyerek, orospulara “seks işçisi” mi yoksa “fahişe” mi diyeceğimize dair o eski ve bitmeyen tartışmanın dışına çıkabiliriz. Her birimiz bu dünyada kendimizi bir şeyle savunmaktayızdır. Kimimiz kıçıyla, kimimiz kelimelerle… Kıçın kelimelerden daha kutsal olduğunu kim söyleyebilir ki? Hem de kendini kıçıyla savunanlar sadece orospular mıdır?

Madam Rosa’nın tarifi, Heiddegger’in “dünyaya fırlatılmış olma” ve kendine durmadan evler yapmaya çalışma halinden epey farklı görünüyor, değil mi? Kelimeleri, inançları, alışkanlıkları… dünyayı bir ev haline getirmek için kullanmaktan? Tabii ki kıçı değil. Heidegger kıçla ilgilenmeyecek kadar romantikti.

Bu romantizmde, dünyanın insanın evi olabileceğine dair bir inanç var. Güzel bir inanç. “İnsan”dan bahsedebilme, dünya yıkılsa elinden alınamayacak temel niteliklerinin bulunduğunu varsayma konforu.

Emekli bir orospu, üstelik de Yahudi, buna inanmakta güçlük çekebilir. O, temkini elden bırakmak istemez. Ev denen şeyin pek o kadar güvenli olmadığını bilir. Anası babası Müslüman diye bir Müslüman olarak yetiştirmeye çalıştığı çocuğu ve bütün orospu çocuklarını koruyabilmesi için, öyle olmalıdır. Onun savunduğu şey sadece kendi değildir ne de olsa.

Dünyayı insan (oğlu?) için bir ev haline getirmekten bahsedenin onca uzak ve soğuk olduğu yerde dünyaya karşı kendini savunmaktan bahsedenin “yuva” kelimesini hatırlatması muhtemelen bundan. Bütün orospu çocuklarını, yurtsuzları, kimsesizleri, sevgisizlikten ölen köpekleri, umutsuzları… savunmaktadır Madam Rosa. Kelimelerden kurulan evlerin dışarı attıklarını. Onun yaptığı şey “dünyadan koruma” değildir. Ne kendisi ne de çocukları için bağışıklık peşindedir. Bunun mümkün olmadığını bilir. “Dünyada bulunma”nın kendini birilerinden/bir şeylerden bağışık kılmak, hakim olabileceği sınırlar oluşturmak anlamına gelmediğini bilir. Dünyada bulunmak, orospulara, onların çocuklarına, köpeklere, Araplara… sorumlu olmaktır. Onları dünyaya karşı elinde ne varsa, onunla savunmaktır.

Alphonso Lingis, o güzelim kitabında, Ortak Bir Şeyleri Olmayanların Ortaklığı’nda (link), kendini savunmanın anlamsız göründüğü bir tecrübeden, ölümden söz eder. Herkesin yalnız öldüğünü söyleyen Heidegger’in aksine, yaşayanların ölmekte olanlara eşlik etmesinin cemaatin kurucu unsuru olduğunu anlatır.

Teselli dokunuşu, ölümlü ve acıya duyarlı bir kişinin, hiçbir yere, hatta hiçliğe bile gitmeyen bir zamanın içine gömülmekte olan bir başkasına refakat etmesidir. Teselli dokunuşu, tahammül ve ıstırabın zamanı içinde, bir ölme refakatine giden yolu açar ve ötekinin muhtaçlığının son sınırında, onunla kardeşlik kurar.

Giderek daha fazla inanıyorum ki, bir toplumu toplum yapan şey, tam olarak budur. Birbirine karşı sorumluluk. Yaşarken ve ölürken. Bu, yasayla, sözleşmeyle değil, işte o küçük jestle yerine getirilebilir ancak: “Gece üşüdüm; kalktım gittim, Madam Rosa’nın üzerine bir battaniye attım.”