Hayvanlar ve Kafa Karışıklığı
Metin Solmaz

Mevzubahis hayvanlar olunca kafalar çok karışık. En başta “Hayvansever” kelimesi neyi anlatıyor bilmiyorum. Bir insan neden sivrisinek sevsin? Benim nefret ettiğim kediler köpekler var bu hayatta. Kedinin köpeğin karakteri yok sananların lafı bu “hayvansever”. Kedinin köpeğin insan kadar zararlısı yoktur ama tıpkı insan gibi iyisi kötüsü kibirlisi cana yakını saldırganı kıskancı filan vardır.

Hayvansever, kitapsever gibi bir şeyse, yani hepsini birden değil formatı sevmek kastediliyorsa da saçma. Kendimizi de içine alan bir formatı sevmek yahut sevmemek neyi tanımlayabilir?

Hayvansever, daha çok “hayvan haklarına saygılı” yahut “hayvan hakları aktivisti” anlamına geliyor olabilir. Ama orada da durmak gerekir. Örneğin feministlere kadınsever mi diyoruz?

Hayvansever lafında bile hayvanı aşağıda konumlama, sevgiyle taltif etme hali var. Milliyetçilerin lafa “Ben de Ermenileri, Kürtleri severim” diye başlaması, kardeşlik retoriği ile hısım.

Hepimizin Mustafa Balbay’dan Pepe’ye sevmediği ama haklarını korumak zorunda kaldığı bir yığın şey var bu hayatta.

Başka çelişkiler de sayalım. Izgara köfte yerken kurban bayramına laf eden insanlar var örneğin. Sanki intihar, ötenazi yahut ecel sonucu ölmüş önündeki hayvan. Hayvanları göz önünde ve Allah için öldürmek kabahat, kapalı kapıların ardında minicik yerlerde işkencelerle yaşatılıp öldürmek insancıl olabilir mi? Hem insancıl ne demek?

Bir önceki yazımda değindiğim hayvan milliyetçiliği var bir de. Köpek, kedi hatta papağan yemeyi vahşice bulup tavuğu ineği kuzuyu höpürdetmek. Av derneklerinin hepsinin adında doğa lafının geçmesi, avcıların köpek sevgisi…

Bu arada bu kadar çelişki hayvan yiyenlere ait değilmiş gibi et yemeyenleri sorgular durur, hep aynı bıktırıcı argümanları sıralarlar. Hepsi de kendisi bir şey bulmuş edasıyla yapar bunu: “Hayvanlar da et yiyor, doğanın kanunu bu, ıspanağın canı yok mu?”

Aslında bu çelişkilerin önemli bir bölümünün altında bir pişmanlık, şüphe, savunma ihtiyacı, “kötü bir şeyler yaptığının farkında olma hali” de var.

1990 senesinin başında eti bıraktım. O kadar acayip bir işti ki bu o vakitler için 6 ay kimseye söylemedim. Sonra da yavaş yavaş söyledim. Hem eti bırakmayı çok zor bir şey sanıyordum, kuşkuluydum. Hem de “Niye?” sorusuna bir cevap vermek imkânsıza yakındı. Defalarca azarlandığımı bilirim. Ben yıllarca kendimden başka etyemez görmedim. Benden birkaç yıl sonra bırakmış Abdullah Onay’la yazıştık, o da kimseyi görmemiş. Beni ve Alaattin Şenel’i filan duymuş bir tek. Ben hâlâ o yıllarda et bırakmış pek az insan duydum. Vegan kelimesi kullanımda hiç yoktu. Vejetaryen kelimesi bilinirdi. Uzak bir ülkeyi anlatır gibiydi. Ankara sokaklarında kaşarlı pide ve peynirli gözleme dışında sokakta yiyecek yoktu.

Geçen zamanda çok yol kat etmiş gibi görünüyoruz. Bugün vegan restoranlar bile var.

Tabii işin tek veçhesi bu değil. Benim şaşkınlıkla karşılandığım zamanlar, bugüne göre hayvanlar açısından çok daha iyiydi. Evet, ayı oynatmaktan sokakta hayvan kesmeye kadar bugün olmayan pek çok şey vardı o yıllarda. Ama endüstriyel et musibeti bu kadar çıldırmamıştı.

Endüstriyel et konusu sadece barbarlık konusu değil. İnsanlar hamburger yesin diye zorla, hızla, ilaçlarla ve işkencelerle büyütülüp alçakça öldürülen hayvanlar değil tek problem. Bunu umursamasanız, sadece boğazınıza düşkün olsanız bile bu hayvancağızların eti hem lezzetsiz hem de sağlığa zararlı. Bu kadar da değil, endüstriyel et çevre, kaynaklar, iktisat; birçok şey için felaket kaynağı. Yani ortada bırakın hamburger yahut sucuk kılığında tüketime mazeret bulmayı gerçek bir “aklı olan mücadele eder” durumu söz konusu. Endüstriyel eti savunan epey tartışmalı tek argüman var: Ucuzluk.

Burada duralım hele. Endüstriyel etin ilerleyişiyle etyemezliğin ilerleyişinin arasında şöyle bir fark var. Endüstriyel eti “ilerleten” şey endüstri. Yani, muktedirler. Diğerini ilerleten ise sen ben bizimkiler. Yani, tabloya daha uzaktan baktığımızda olumlu düşünebiliriz. Mücadele daha yeni başlıyor.

Yukarıda saydığım çelişkiler insanların ciddi bir kısmının hayvan konusunda kafalarının karışık olduğunun göstergesi. Bu, propaganda için müthiş bir alan açıyor. İyilik hakikaten bulaşıcı. Benim eti bırakmamdan bu yana çevremde eti bırakmış 50 küsur insan var, isim isim sayabileceğim. Bir de bilmediklerim, kenardan etkilenenler var. Bir de 50 küsur kişiden etkilenip bırakmışları düşünün. Tek başıma ne kadar çok işe yaramışım. Üstelik ideal* bir etyemez olmayışıma rağmen.

İnsanların neredeyse tamamı hayvanlara eziyet edilmemesi konusunda hemfikir. Ama bu generaller dahil herkesin barış istemesi gibi bir paradoks değil. Kişiler tek başına barışı sağlayamaz ama eti bırakabilir. Sadece et alışkanlığının sigara gibi bir uyuşturucu olmadığını, bırakmanın “sanıldığı kadar” zor olmadığını, bırakanların genellikle dönmediğini anlatabilmek bile bugünkü etyemez sayısını üçe beşe katlayacaktır. Neyse ki neşeyle koşan kuzular, inekler pek kimseye neşeli pirzolalar olarak görünmüyor zaten.

Doğru propaganda da bence itici olmamaktan ve analitik olmaktan geçiyor. Bu kadar haklıyken daha mütevazı davranabiliriz. Radikal olmaktan cayalım demiyorum. Usul esastan önce gelir. “Hayvan öldürmek cinayettir” demekle “hayvan yiyen katildir” demek arasında müthiş bir fark var. İnsanlık kültürel evrimini tamamlamış değil. Devletlerin olduğu bir yerde hepimiz suç işliyoruz. Oy vererek, vermeyerek, vergi vererek, vermeyerek; her durumda ve bir şekilde çevremize zarar vermekten azade değiliz. Devrimcilik nihai olarak insanın doğasında olan (yahut olduğu iddia edilen) türcülükten kıskançlığa ayrımcılıkla mücadele değil mi zaten?

Kimin fikrini değiştirmek zorundaysanız onunla mücadele edersiniz. Bu da onu hakir görerek değil anlayarak olur.


*Et yemeyi bırakalı çeyrek asır oldu ama bunun yarısına yakın kısmında gitgellerle yetiştirme harici balık yedim, maalesef bugün de yiyorum, yakındır bırakırım, tamamında süt ürünleri kullandım.