Hasankeyf’in Damları ve Memleket Turizmi
Kerem Ünüvar

Terra incognita diye bir ecanib lafı vardır, biliyorsunuz; bilinmeyen topraklar manasında... Yaşadığımız toprakların bir türlü hafızamıza dahil olamayan kısımlarını tarif eder, bize yabancıdır, tanımıyoruzdur, bilince çıkamıyordur o toprakların varlığı… İnsanın bilme arzusu ve merakı önce o bilinmeyen yerleri bilinir hale getirmeye yönelir keşiflerle: bulmak, tanımak, öğrenmek ve bilmek fiilleriyle çevrili bir süreç yaşanır. Sonra arkasından sömürgecilik gelir, yalnızca bulmak fiiliyle yetinir, buna kullanmak ve sömürmek fiillerini ekler. Tanımak, öğrenmek, bilmek bu süreçte dışarıda bırakılır; şiddet ve sömürünün varlığı nasıl kesifse bu saf dışı bırakılan kavramların eksikliği de sömürgeciliğin kurucu terkibinde bir tercihtir. Sonra ulus-devletlerin sınırları çizilir. Ulus-devlet daha katı bir merkezileşme, eğitim şebekeleriyle bağlılık, vatandaşlık ritüelleriyle zorlanan bir tâbiyet talep eder; dolayısıyla merkezi temsil edenler için bilinmeyen topraklar söz konusudur bir kez daha; bilinmeyen topraklar ve o topraklar üzerinde yaşayan insanlar artık bilinir hale getirilmek zorundadır.

Türkiye ulus-devlet sürecini böyle yaşamış, yaşayan bir örnek. Hâlâ bilinmeyen toprakları var bu memleketin; bilinmeyenden ziyade bilince çıkartılmasında müşküller yaratan bir örnek demek daha doğru belki de. Zira bildikçe, bilince çıkardıkça “eski”de kalması gereken kötülükler de bilince çıkmak zorunda kalıyor; bizim ulus-devletimizden çok önce, o topraklarda birilerinin yaşamakta olduğunu, iskanın ve tarımın buna göre yapıldığını, bir medeniyete ismini vermiş ovanın ağaçları kesilip tren yollarında kullanılmadan evvel orada yüzbinlerce ağacın olduğunu hatırlamak gerekiyor. Malumunuz bizim “milli” eğitimimiz bu tür bilgileri çok sevmez. “Milli coğrafyamız” dersimizde bunları öğrenmeyiz. Dolayısıyla iş 90 yıl sonra kitle halinde yaşanan iç turizm ataklarına havale edilir. Bizler o dönemin insanlarıyız.

Efendim geçtiğimiz haftalarda biz de iç turist (turrist) olarak bir Mardin ve bölgesi seyahati gerçekleştirdik. Bu çağın hastaları olarak bir günde yüzlerce kilometre yol tepip, her yeri görmeye çalıştık. Hasankeyf’e kadar gitmeyi de başardık. Kendimizle gurur duyduk; ziyaretimizi “verimli” hale getirdiğimiz için mutlu olduk. Mümkün mertebe okumaya, dinlemeye, uzun uzun seyretmeye çalıştık gezdiğimiz yerleri. Alabildiğine zengin, binlerce yıllık geleneklere, onların dönüşümüne takıldık; aklımız bazen donuverdi, hayretler içerisinde kaldık. Bunlar zaten her dergide defalarca yazılmış konular: “şuraya gidin”, “orayı görmeden gezdik demeyin” falan diye yarı tehdit yarı özendirme yazıları her zaman bulunabiliyor. Dolayısıyla 36 saat kaldığımız bir yerde, Mardin ve bölge tarihi üzerine ahkam kesecek değiliz. Ama bir şey çok dikkatimizi çekti: Bizim gibi iç turristler kafayı kırmış, teklifsiz bir şekilde her yere dalmayı kendilerinde hak görür olmuşlar! Mardin ve civarının güzelliğinden çok buna takılıp kaldık! Bu konuyu biraz açalım:

Efendim, bu günübirlik turlar pek âlâ, pek güzel, her yere yetişmiş oluyorsunuz; elbette etrafınızda hiç tanımadığınız onlarca insanla geziyorsunuz ama sohbetlerine kulak kesilmediğiniz sürece bir sıkıntı yok. Sonra sizi tarihi alan, ibadethane ya da bir ilçeye getiriyorlar ve salıyorlar. Bu salınan insanlar etraflarındaki rehberlere pek aldırmayarak bulundukları yerleşim yerlerindeki her açık kapıdan girip, her dama, kimseye sormadan, tırmanarak resim çekmeye başlıyorlar. Üstünde resim çektirdikleri damların altında insanlar yaşıyor! Ne gam! Kendi apartmanının önünde beş dakka dursan polisi arayacak bu insanların, bu rahatlıkları çok çarpıcı. Hasankeyf’te “a, burada çok güzel fotoğraf çekilir” deyip, yandaki evin bahçesinden ahşap merdiveni taşıyıp dama tırmandıklarını gördüğümüzde nutkumuz tutuldu. Belli ki biraz önce dışarıda leğende çamaşır yıkanmış, bir tabure leğenin önünde duruyor. Aa bir bakıyorsunuz 6, 7 kişilik bir aile evin o kısmında fotoğraf çektirmeye karar vermiş, leğeni ve tabureyi itekliyorlar kendilerine yer açmak için… Evde yaşlı, hasta mı var, çocuk mu uyuyor falan diye düşünmeden, burası bir ailenin evi, acaba izin istemek gerekir mi diye tereddüt etmeden dalıveriyorlar… Mardin’de sokaklara açılan evlerin kapılarında birikmiş insanlar da aynı şekilde davranıyor. Sabahın 9’unda içeridekiler kahvaltı mı ediyor, ibadete mi hazırlanıyor, kavga mı ediyor hiç umursamadan giriveriyorlar kapıdan içeriye; ne yapıyoruz diye düşünmeden basıyorlar deklanşörlere… e, ellerindeki makineler 3000-4000 lira, parayı vermişler bir kere, o fotoğraf makinesi çalışacak durmadan ki karşılığını alabilsinler! Mardin’de özel hayat taarruz altında anlayacağınız.

Bu anlattığımız durumun nedenleri hakkında biraz düşünelim: Sahici bir meraktan bahsedebilir miyiz? Belki turristlerin çok azı için evet ama diğerleri fotoğraf şarjörleri boşaltıyorlar. Zaman baskısı, harcanan paraya “değecek” bir hafta sonu etkinliği yapmış hissetmek buna sebep olabilir mi? Belki; bu nedenle gayet özensizce sadece zamanı kollayarak hareket ediyor olabilirler. Mardin’in büyük bir açık hava müzesine çevrildiğine inanıyor olabilirler mi? Evet, eski kent böyle bir görünüm sunuyor olabilir ama bahçeye ya da dama asılmış çamaşırlar, avludaki çay bardakları, kapılardaki elektrik, su saati plakaları falan nasıl izah edilecek; kapalı kapıyı niye güm güm çalarsın fotoğraf çekeceğim diye? Ya da acaba daha vahim bir nedenden bahsedebilir miyiz? “Ülke”den bir “iç ülke”ye, herşeyin asli sahibi olarak geldiklerini düşünüyor olabilir mi bu insanlar; en azından böyle hissetme ihtimalleri nedir? Zamanında alan alacağını almış, kapacağını kapmış bize kalan da istediğimiz yere istediğimiz gibi girip çıkma özgürlüğü, biz de bu “hakkımızı” kullanıyoruz diye mi düşünüyorlardır acaba?

Bir arkadaşım anlatmıştı: Büyükada’da bir sabah uyanıyorlar, evlerinin ön balkonuna bir bakıyorlar 6-7 kişi açmış çıkınlarını kahvaltı ediyor. Perdeyi çekmiş, balkon kapısını açmış “napıyorsunuz siz” diye sormuşlar. Kahvaltı erkânı diklenmiş hemen, “ne var yani siz her gün oturuyorsunuz, haftada bir gün de biz otursak ne olur” diye! Büyükada’da oturmayı zenginlikle, tefeci, bezirgan kapitalizmiyle eşleyerek bir sınıfsal tepki icat edilebilir bu cevaptan. Ama hesaba katılması gereken bir diğer unsur da orada “gavurlar”ın oturduğunu, onlardan halen alınabilecek bir şeyler olduğunu bilincine yazmış kuşaklar yetiştirildiğidir bu ülkede. Kadim Süryani kilisesinin koridorlarında “rahibeler nerde” diye bağırınarak gezen teyze de, Hasankeyf’te dama çıkan turristler de, Büyükada’da elin bahçesinde, balkonunda oturma hakkı görenler de biraz bu “rahatlıkla” yapıyorlar yaptıklarını. Gayet kognitif bir biçimde yani terra cognita’da…