Recep Tayyip Erdoğan’ın Liderliği
Ömer Laçiner

Başka birçok toplumda olduğu gibi, Türkiye’nin yakın tarihinin başlıca dönem ve dönemeçlerini en etkin, lider kişilerin ismiyle tanımlamak, sadece bir anlatım kolaylığı olmayabilir. Birçok durumda o kişilerin şahsiyet özellikleri, etkin olmalarının içeriksel nitelikleri, tarzı, üslûbu dönemin karakterini, “ruh”unu ve daha da önemlisi ülkenin genel tarih ve gidişatında nasıl bir evreye tekabül ettiğini sosyo-politik/ekonomik analizlerden bile daha net ve anlamlı biçimde gösterir.

Bu bakımdan, asker-sivil bürokrat zümrenin egemenliğini 1950 seçim zaferiyle sarsan ve o tarihten itibaren bu zümre ile giriştiği iktidar mücadelesini 2007 seçimleri ile nihai olarak kazanan Türkiye burjuvazisinin bu yarım asırlık mücadelesinin belli dönem ve dönemeçlerine ismini vermiş liderler silsilesinin şahsiyet özellikleri ile nasıl bir trend izlediğini görmek bize asla ihmal edilmemesi gereken bir bilinç “malzeme”si verecektir.

Adnan Menderes 1950’li yılların, Süleyman Demirel ‘60’lı ve ‘70’li yılların, Turgut Özal ‘80’lerin, Recep Tayyip Erdoğan ise ‘2000’li yılların Türkiye burjuvazisinin hangi kesimlerinin ön plana geçtiğini kimlik ve kişilik özellikleri ile somutlaştırırlar.

Ancak burada önemli bir noktayı gözden kaçırmamak gerekir. Sözkonusu liderlerin kimliksel özellikleri adlarını verdikleri dönemin ön plandaki burjuva –orta sınıf– katmanı ile kolayca örtüşebilse dahi; kişilik özellikleri yani zihinsel yeti ve nitelik dereceleri, ahlakî vasıfları, davranış tarzı ve üslûbu gibi edinilen, tercih edilen özellikler için böyle bir örtüşme olmayabilir. Sadece Recep Tayyip Erdoğan istisnadır bu konuda. Diğerleri temsil ettikleri dönem ve kesim ortalamasının bir hayli üzerinde zihnî ve ahlakî niteliklerle temayüz ederken Recep Tayyip Erdoğan tamamen bu ortalama düzeyi yansıtır.

Nitekim, tek tek ele alındıklarında; örneğin Adnan Menderes, burjuva hegemonyasının “altyapısı”nı oluşturacak endüstriyel, makinalı tarıma geçişin, şehirlere işgücü göçünün, iç pazarı dokuyacak yol, su, elektrik ağının kurulması safhasının öne çıkardığı büyük toprak sahibi, eşraf kesiminin bir mensubu olmakla birlikte, kişisel özellikleri ile bu kesim ortalamasının hayli dışında ve üzerindedir. Üniversite mezunu, Amerikan koleji eğitimli bir büyük toprak sahibi olmak gibi gayet ender özelliğinin yanısıra, siyasal rakiplerinin dahi takdirle bahsettiği nezaketi, terbiyesi ve halkın derin sevgisini kazanmasını sağlayan mütevazı tavrı ile temayüz etmiştir. Onu DP’nin, tek parti rejimini çatırdatan bir “halk hareketi”nin lideri yapan da ortalama bir toprak sahibi zenginde bulunmayan, o kesimin ancak imreneceği bu üstün özellikleridir. Menderes’in bu imrenilesi, üstün özellik ve nitelikleri ile siyasal rakibi asker-bürokrat zümrenin “adam yerine koymadığı” kitleler tarafından coşkun bir sevgi, sempati ve özenme halesi ile yüceltilmesi, gerçi bu iktidar döneminin palazlandırdığı kolay kâr-kazanç güdüsünün yükselttiği bir burjuvazinin büyümesi gerçeğini perdeleyen bir işlev görmüştür ama bu ayrı bir fasıldır.

“Altyapı”dan üretime geçiş aşamasının iki farklı safhasına –ulusal pazarın “fethi” ve global pazarla entegrasyon– tekabül eden iki döneme adlarını veren Demirel ve Turgut Özal da, liderliğini yaptıkları burjuvazi omurgalı hareketin ortalama tip(ler)inin zihnî yetenek ve nitelikler bakımından üstün/çok üstün addettiği kişiliklerdi. Liderlerinin akıl, zekâ, hafıza gücüne dair abartılı örnekler vermeyi sever, bunlarla övünürlerdi. Siyasal rakipleri de suskunlukları ile onaylamış olurlardı bu durumu.

Menderes de dahil tüm bu liderler hakkında, değil yolsuzluk, rüşvet gibi kirliliklere bulaşmak; sözünde durmamak, yalana başvurmak, iftira etmek gibi ahlaki düşüklük iddiaları siyasal rakipleri tarafından bile hemen hiç ileri sürülmemiştir. Şüphesiz gerçeği ifade etmenin kendi açılarından “zararlı” sayıldığı hallerde lafı yuvarlamak, konuyu çarpıtmak yapmadıkları şeyler değildir. Ama bu gibi durumlarda genellikle liderin alt kadrolarından biri sözcülüğü ve sorumluluğu üstlenir, liderin “yücelik makamı” korunmuş olurdu. Bu, konumun ve makamın yüceliğini koruma gayreti, lideri şahsen bağlayan her tür iddia konusunda da gösterilirdi. Örneğin iktidar döneminde Demirel’in ihracat yolsuzluğu yapan yeğeninin yargılanıp mahkûm edilmesine engel olmak için herhangi bir teşebbüsü görülmemiş; Turgut Özal kızına hediye edilen bir lüks arabayı nüfuz ticareti şaibesini üzerine bulaştırtmamak için iade ettirmişti.

Liderlerinin ortalama üstü zihnî ve ahlakî vasıflara sahip olmasına, rakipleri tarafından bile bu niteliklerine toz kondurulmamasına özen gösterme “geleneği”, Türkiye burjuvazisinin / “sivil” orta sınıfının yüz yıldır sürdürdüğü iktidar mücadelesinde asker-bürokrat odaklı hasımlarına koz vermemek, dayandığı meşruiyeti kaybetmemek endişesi ile büyük ölçüde açıklanabilir. Buna söz konusu teşekkül ve gelişme safhasında olan yeni bir sınıfın –burjuvazinin– devlet boyunduruğu altında olmakla daha da katmerlenen özgüven eksikliğinin payı da eklenebilir.

Ancak, AKP’nin 2007’de başlayan ikinci hükümet dönemi ile birlikte Türkiye burjuvazisinin lider tipolojisi ve buna dayalı gelenek tamamen terkedilmiş,  onun yerine içeriği, işlevi ve üslûbu ile “yeni” bir “liderlik” ikame olunmuştur. Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’nin “yeni Türkiye” iddiasının tek gerçek kanıtı ve dayanağı bu olsa gerektir.

Çünkü gayet açıklıkla görülmektedir ki; her ne kadar partisi ve kendisi tarafından Menderes’ten Turgut Özal’a uzanan “geleneğin” devamına konumlandırılıyor olsa da Erdoğan rakipleri şöyle dursun; en yakın çevresi de dahil destekçi kitlesi tarafından bile, zihinsel ve ahlakî nitelikleri bakımından “üstün”lüğü iddia edilemeyecek kadar “ortalama” bir kişilik. Şüphesiz partisinin iç uyumunu, disiplinli ve verimli bir biçimde çalışmasını sağlayan bir yönetme becerisine, popülaritesini genişletmek için yararlandığı bir hitabet ustalığına sahip. Ancak bu yeteneklerin ne ölçüde her durumda geçerli bir ortalama üstü değerde olduğu sorgulanmaya açıktır. Çünkü onun ve AKP’nin şahsında iktidara gelen otantik Türkiye burjuvazisi için 2002’de elde ettikleri ve 2007 sonrasında perçinlemeye koyuldukları iktidar konumu, –özetle ifade edilirse– hayal edilen ama olacağına neredeyse asla inanılamayan, “ütopik” bir hedef idi. Öyle ki 2001 yılında parti Erdoğan liderliğinde kurulduğunda biri, değil 2002’deki ilk seçimde on yıl sonra bile tek başına iktidar olacaklarını söylese, Erdoğan’ın kendisi dahil ciddiye alan bile çıkmazdı. Ne iktidara bu kadar hızla ve büyük imkânlarla gelebileceklerini ne de rakiplerinin, özellikle ordudan gelecek direnişin bu denli kof olacağını ummuşlardı. Bu, beklenmedik ölçü ve çaptaki zafer, kesinleştiğinin anlaşıldığı 2007’den sonra nasıl büyük bir baş dönmesi, fırlayıveren bir özgüven infilakı yarattı ise; zaferin vasıfları ve emekleri ile kıyaslandığında apaçık görülen boşluk ve orantısızlık da birdenbire kaybedebilme korkusunu, güvensizliği besliyor ve büyütüyor. Erdoğan’ın olağanüstü denilecek hiçbir örneği gösterilemeyen yönetme ve hitabet ustalığının buna rağmen aşırı randımanlı oluşunun asıl nedeni burada bizce. Partinin Erdoğan etrafında kenetlenmesinin harcı bu korku ve güvensizliktir; “koparsak sadece kopan değil, hepimiz kaybetmenin girdabına kapılır gideriz” endişesinin içerdiği gerçeklik payının büyüklüğüdür.

Şüphesiz o korkulan ihtimal er geç gerçekleşecek. Ancak daha şimdiden belli olan bir gerçek var. O da genel olarak modern çağ siyasetinin –ki burjuva toplum siyaseti de denilebilir– tipik bir organı/kurumu olan “liderliğin”, Türkiye toplumu özelinde evrim trendinin sonuna böylece gelmiş olduğumuz. Liderlik kurumunun, üstün vasıflar gerektiren niteliklerle yüklü içeriğinden, biçim, tarz ve üslûp değişimleri eşliğinde peyderpey kaybederek alaladeleşmesi, “ortalama” ahlakî ve zihnî niteliklerle de mümkün bir düzeye inişi.

Aslında dünya ölçeğinde de izleyebileceğimiz, giderek çoğalan örneklerini gösterebileceğimiz bir trend, süreç bu. Gerçi Erdoğan sözüne güvenilmezliğin kanıtlarını sıklaştırarak, apaçık yalan söylemeyi itiyat haline getirerek, yolsuzluk şaibelerini pişkinlikle atlatmayı deneyerek “ahlakî ortalama”nın hayli altına inen liderlik performansı ile bu kurumun çürüyüş safhasına girdiğinin ilk açık örneklerinden birini veriyor ve bu gidişat hepimizi gelecek adına kaygılandırıyor ama aynı zamanda da siyaseti yeni baştan düşünmenin ve yeniden kurmanın aciliyetini de gösteriyor bize.