MHP'yi Nasıl Bilirdiniz?
Ömer Laçiner

Hemen bundan daha kolay soru olur mu demeyin, “MHP Türk milliyetçiliğinin partisidir” cevabını otomatik olarak verirken, “milliyetçi olma”nın farklı türleri arasındaki “nüans”ların bazı durumlarda ne denli anlamlı ve önemli olabileceği gerçeğini ıskalamış olabilir miyiz?

Bahsettiğim şey, örneğin Türk milliyetçiliği sözkonusu olduğunda yapılan etnik-ırki homojenliği temel alan –ve MHP’ye atfedilen– milliyetçilik ile “kültür birliği ortaklığı”na vurgu yapan “Atatürk milliyetçiliği ve dinî/mezhebî boyutu önemseyen –diyelim AKP ve BBP’de gözlemlediğimiz– milliyetçilikler arasındaki farklar, nüanslar değil.

Çünkü sözkonusu farklar milletin değişmez –“kimliksel”– özellikleri üzerinden tanımlama faslında beliren farklar. Ama bence, asıl önemli ve anlamlı olan, özellikle de kritik durumlarda, tarihsel dönemeçlerde belirleyici olan faktör; –kestirme bir ifadeyle– millete atfedilen “kişilik” özellikleri düzeyindeki farklardır. Yani milliyetçiliğin milletini harekete geçirmek için onun hangi karakter ve davranış özelliklerine, ne tür yetenek ve maharetlerine, duygu ve değer kümesine seslendiği ile ilgili bir irdeleme konusu bu.

Bu noktada, milliyetçiliklerin doğuş koşullarından “tevarüs ettikleri” özelliklerin payı ihmal edilemez önemdedir. Milliyetçiliklerin “kişilik”, karakter özellikleri ilk kez bu safhada şekillenir. Zamanla, değişen koşullar, durumlar bağlamında bunlar bir ölçüde değişse, değişmiş gibi görünse de, “doğuş koşullarının “ruhu”nu, köken efsanelerini başlıca anlama-anlamlandırma kalıbı olarak kullanan milliyetçilik, özellikle kritik durum ve dönemeçlerde genellikle bu doğuş evresinin karakter özellikleriyle davranır.

Doğuş koşulları bağlamında edinilen kişilik özellikleri farkının nasıl bir şey olabileceğini en kestirme biçimde bazı tipik örnekleri kıyaslayarak görebiliriz.

Milliyetçilikler toplumların modernleşme süreçlerinde doğdular. Ama örneğin, sanayide, bilimde, sanat alanında devrimleri yaparak “millet”leşen Batı toplumlarının milliyetçiliklerinin “kişilik” özellikleri ile; bu Batı toplumlarının böylece “muazzam”laşan gücü karşısında modernleşmeye “mecbur” kalmış toplumların milliyetçiliklerinin “kişilik”leri kaçınılmaz olarak farklıdır. Batı toplumları modernleşirken teşekkül eden -birbirleriyle yarış/rekabet içindeki-millet”lerin milliyetçilikleri, kendi yurttaşlarının bilimde, sanayi, ticaret ve sanat alanındaki yapıcı yaratıcı üretken niteliklerine güven ve teşvik üzerine kurulu bir “millî kişilik” oluşturma peşindeydiler. Pek az istisna dışında hepsi de modernleşmiş toplumların istila, fetih, sömürme ve sömürgeleştirme tehditleri karşısında duyulan “güçsüzlük” nedeniyle modernleşmeye mecbur bırakılmış toplumlar da bu bağlamdan dolayı, korunma ve “yeniden” güçlü olma reflekslerinin canlandırılmasına ağırlık veren bir milli kişilik oluşumuna çalıştılar. Salt insana özgü olan bilme, yapma, yaratma yetileri ile işleyip gelişen etkinliklerin hayati öneminin belirleyiciliğini görmez değillerdi. Ama bunları sadece “güçsüzlük”ten kurtulmanın araçları, güce tahvil edilebilir yönleri ile kavramaya kilitlendikleri için, sonuçta onların gerçekten geliştirilebilmesini ketleyen bir yaklaşıma mahkûm oldular. Böylece, bilimde, endüstri ve sanatlardaki başarılarıyla aradaki güç farkını azaltma umudunu da tüketmiş bir milliyetçiliğin zihniyet dünyasının yörüngesine girildi. “Doğuş koşulları”nın korku, endişe ve komplekslerinin daha güçlü biçimde hissedilmesi, “hassasiyet”lerin artışı ve yaygınlaşması demekti bu da. O nedenle de “milli kişilik”, insanî vasıflarına güven ve onları geliştirme temelinde değil; aksine –doğal– varlığını koruma ihtiyaçlarının hareketlendirdiği güdü, endişe ve korkularla kendini ifade eden bir “millî kişilik” kalıbı oluştu.

Türkiye bunun tipik bir örneğidir. Dolayısıyla; bugün “milli kimlik” tanımında farklılaşan ve her biri bir parti ile –MHP, CHP, AKP– temsil edilen Türk milliyetçiliği türlerinin aynı “milli kişilik”in varyantları olması ve “hassasiyet”ler noktasında birleşmeleri, sadece buraya odaklanmaları kaçınılmaz bir sonuçtur.

“Türk”ün “kişiliği” böylelikle insanî etkinlik ve yetenekler üzerinden değil “hassasiyet”ler üzerinden tanımlanır hale geldiğinde, birincil ölçüt bu olduğunda, hassasiyetlerinin dozu en yüksek ve her alana yayılmış olanın “en milliyetçi” sayılması da doğallaşır. MHP tam da bu nedenle, en milliyetçi partidir.

Ancak bu hassasiyetlere odaklanma halinin “doğuş koşulları” kalıbının mutlaklaştırılmasına, o koşulları damgalayan bölünme, parçalanma, yok olma korkularının tam bir şuursuzluk düzeyine tırmanmasına tekabül ettiği de unutulmamalıdır. Ve bu sürüklenme, “millî kişiliğin” özellik denilebilecek tüm unsurlarını hızla aşındırdığı gibi; “millî kimliği” de kendisi olmaktan “karşıtının karşıtı olma” düzeyine indirger. Böylece “en milliyetçi” olan, kendisini ne olduğu ile değil; neye nelere karşı olduğu ile tanımlar hale gelir.

Bu bakımdan “en milliyetçi” partimizin, MHP’nin geldiği nokta aslında şaşırtıcı değildir. Bu parti, Türk milliyetçiliğinin “doğuş koşulları”nı damgalayan bölünme, parçalanma korkusunun, o korkuları besleyen komplekslerin –Cumhuriyet’ten beri– odak noktası olan “Kürtler”in şu son dönemde halk ve hareket olarak gösterdikleri performans nedeniyle “titreyip kendine dönerek” anti-Kürt bir kimlik ve pozisyona savrulabilmiştir. Dolayısıyla artık Türk olmanın kimlik ve kişilik özelliklerinden ziyade Kürt olan, Kürt’le ilgili olan her şeyin karşısında olma özelliğiyle tanımlanır olma düzeyine indirgemiştir kendisini. Ve elbette 7 Haziran seçimlerinden sonra “Kürt olmak”la yan yana gelen “solda olma”ya “insanlık değerlerini savunma”ya karşı olmayı da ihmal etmeyerek.