Yas Emeği
Erdoğan Özmen

Geçmiş zulmeder bazen. Hatıraların aşırılığı ıstırap verir. O zamanlar işte, geçmiş geri dönmesin diyedir kapıldığımız dehşet ve korku. Geçmişin insafına kalmak çünkü,  orada kıstırılmak, geçmişten kurtulamamak öylesine dayanılmazdır ki, eşsiz bir armağan gibidir yas çalışması. Unutmak değil, ama geçmişi geçmişte bırakmak için harcadığımız yas emeği en temel, en kıymetli varlığıdır ruhlarımızın. İç dünyamızın inşası, içimiz ile dışarısı, öznel ile nesnel arasındaki ayrım o kıymetli emek sayesinde gerçekleşir: Yas içinde, yas boyunca kurulur hayatlarımız.

Kayıp kaderdir çünkü hayatlarımızda. Kayıptan geçmek, kayıpla terbiye olmak her daim oradadır. Hepsinden önce, tanımı gereği hiçbir yoksunluğun ve engellenmenin bulunmadığı rahim-içi hayat vardır. Mutlak denge ve ahengin, tamlık ve bütünlüğün, eksiksiz bahtiyarlığın, uyum ve mevcudiyetin sonsuz, yekpare ve zamansız uzamı… Her şey yerli yerindeyken… Sonra, engellenmenin ve yoksunluğun ve eksikliğin mümkün olduğu ve fakat ortaya çıkmadığı, çocuğun anında doyurulduğu ilk ayların “lüküs hayatı” gelir. Ardından ilk büyük insanlaştırıcı jest zuhur eder; uzun yolculuğu başlar insanın. Erken doğmuş ve mutlak bir muhtaçlık ve acziyet içindeki varlığın her çağrısının anne tarafından cevaplandığı koşulsuz mevcudiyetin mitik zamanından sonradır bu. Kendine yönelen çağrı sırasında orada olamadığında -çağrıyı cevapsız bıraktığında; öznenin çağrısı ortada kaldığında- anne zeval bulur. Onu çağrının bir işlevi olarak bir var-bir yok nesne yapan bu konumdan (simgesel düzene kayıtlı oluştan) çıkar ve gerçek olur. Annenin gerçek oluşu, yani bir iktidar/güç makamı haline gelişine, diğer yandan nesnenin (doyumu sağlayan memenin) simgesel bir nitelik kazanması eşlik eder. Yani simgesel nesne,  simgesel anne çocuğun çağrısına yanıt vermediğinde ortaya çıkabilir ancak. Bir koşuldur bu. O zamana kadar biyolojik ihtiyaçları doyuran virtüel nesne (sonsuz olanaklar bütünü), böylece annenin kah bahşettiği kah mahrum bıraktığı bir hediyeye dönüşmüştür artık.

Nesnenin, doyum nesnesi olarak iki farklı biçim almasıdır bu: Aynı anda hem çocuğun biyolojik ihtiyacını doyuran gerçek nesne hem de hediyeler dağıtan lütufkar bir iktidarın simgesi olarak simgesel nesne. Hayatlarımızı derinleştiren ve genişleten simgesel boyut böyle yerleşir. Önümüzde namevcudiyetin ve anlamın büyülü alanı açılır. Gerçek bir nesne çünkü, simgesel bir nitelik edinerek –yalnızca bu yolla- önceki virtüelliğini aktüalize eder ve gündelik gerçekliğin bir nesnesi olur. Zaten orada olan ve Simgeseli önceleyen virtüel (gücül) Gerçek ancak Simgesel sayesinde aktüalize olabilir. Gerçek bir nesnenin kendi asli anlamını bir sevgi nesnesi olarak –yani simgesel bir nesne olarak- kazanmasıdır bu. Şöyle de söyleyelim: Çocuğun kendi ihtiyacının gerçek nesnesini idrak edebilme kapasitesi, ancak nesnenin eksikliğiyle karşı karşıya geldikten sonra yerleşir. En ayırdedici vasfımız olarak, yaratıcı düşünce ve anlamlı kılma yetisinin ancak geri dönüşlü olarak tecelli etmesidir bu. O halde şu vardır: İnsan kendi sınırlı biyolojisi/fizyolojisini (fıtratını) aşmak üzere oradadır. Varoluşunun en temel koşulunu, fıtratının emrettiği, dikte ettiği düzlemde açtığı deliklerle, kendini bir sonsuzun faili kılmakta bulacaktır. İnsanın bu sonradanlık hali, onu, daha baştan kodlanmış, önceden-kaydedilmiş içgüdülerin emrettiği hayvandan ayıran en temel farktır belki de.         

Burada öznenin ızdırabı ve tesellisinin dille kayıtlı olması var bir de; yani, dilin (gösterenlerin/kelimelerin) alanına girilmesiyle birlikte özne maddi olanla arasındaki dolaysız bağı kaybetmesi: Çocuk böylece, anne ile bir ve eksiksiz olduğu yanılsamasından kopar. Maddi dünya ile dolayımsız fiziksel yakınlık hali geride kalır. Dilin kullanılması hem bu erken kaybın telafi edilmesi, o kayba egemen olma çabasıdır hem de varoluşa ilişkin genel bir hakikati ifade etme teşebbüsüdür. Eksiksiz bir hakikat değildir bu. Çünkü tümüyle simgesel araçlara bağımlıdır. Bu geri-dönüşsüz kayıp, böylece öznenin temsil dünyasında ve öznenin kendi temsillerinde bir boşluk meydana getirir. Lacan’ın gerçek dediği ve simgeleştirmeye direnen şeyin çekirdeğinin yerleştiği yerdir bu vakum. Öznenin hem ızdırabına yol açan bir sabit hem de arzusunun nedeni olan ve ona yer açan şeydir. Öznenin varlık nedeni burada konumlanır: Konuşmaya başladığı andan itibaren ebediyyen kaybetmiş olduğu bu gerçek dolaysızlık/doğrudanlık halini yeniden ele geçirme, zapt etme arzusudur bu. Bu yüzden diyebiliriz ki, kayıp üretken bir diyalektikle birlikte, iç içedir. En baştan yola koyulduğumuzda, en hazırlıklı ve ‘eksiksizken’, kayıp çoktan yanı başımızdadır.

Şuna varırız sonunda: Özneyi nesneyle ilişkisi içinde temellendiren kurucu deneyimdir kayıp. Ve demek ki keder… İlksel kaybın tözsel bir nitelik taşıdığı inancı buradan neşet eder. Kaybettiğimiz şey hiçbir şeydir aslında. Kayıp nesne, işte bu hiçbir şey olan şeyin ete kemiğe bürünmesidir. Kaybettiğimiz şeyin tözsel bir varlığa sahip olduğu yanılsaması, hayatlarımızın en esaslı ipoteklerinden birisidir.              

Hülasa, aynı simgesel dolayım ve kayıt sonraki bütün kayıplarımızın ve yaslarımızın tam kalbine yerleşecektir.