Yunanistan'da Ne Oldu?
Evren Balta

Syriza hükümeti çöpe atma vaadiyle iktidara geldiği ve Yunanistan halkının geçen hafta referandumda %61.35 oy oranıyla reddettiği (“kurtarma”) paketinden çok daha ağır koşullar içeren paketi referandumun üstünden sadece bir hafta bile geçmeden kabul etti. Ya da tam bir hezimet olan ve önceki antlaşmayla benzer (ve hatta daha kötü) koşullara sahip olan bir antlaşmayı kabul etmek zorunda bırakıldı (link).

Syriza’nın “kurtarılmaya” teslim olduğu anlarda Tspiras paketin kabulüne dair müzakerelerin sonuçlanmasını (yine de) bir zafer olarak görülmesi gerektiğini söylüyor ve Yunan halkına (en azından şimdilik) Euro bölgesi içerisinde kalmayı başardıklarını ilan ediyordu. Özellikle kriz başladığında Yunan hükümetinin elindeki en önemli koz olarak görünen Euro bölgesini terk etme (ve böylelikle Euro’nun zayıflamasına ve hatta çökmesine neden olma) planı, referandum sonrasında, özellikle Almanya tarafından, Yunanistan’a karşı kullanılıyordu.

Taze istifa etmiş Maliye Bakanı Yannis Varoufakis Die Zeit gazetesine açıklayacaktı: “Dr. Schäuble’ın temel derdi diğer üye devletlerin disipline edilebilmesi için Yunanistan’ın Euro bölgesinden çıkarılması” (link).  Yunanistan ile müzakere eden kurumlar radikallik konusunda Syriza’dan daha ileri giderek ve daha da ileri gidebileceklerini göstererek bu müzakere sürecini kazandı.

Yunanistan’ın yaşadığı borç krizinin başından beri Yunanistan ile müzakere eden kurumların Yunanistan’ın yaşadığı insanî kriz ile ilgili bir dertleri yoktu. Müzakereler ilerledikçe müzakere eden kurumların Yunanistan’ı Euro bölgesinin içinde tutmak gibi bir dertleri de kalmadı. Hatta Yunanistan ile müzakere eden kurumların ekonomik dengeler ve değerler ya da tutarlı ve mantıklı iktisadi açıklamalar ile ilgili bir meselesi de yoktu.  

Nitekim birbirinden farklı siyasi pozisyonlara sahip, Syriza üyesi falan olmayan dünyanın en saygın ekonomistlerinin, uygulanan (kurtarma) paketlerinin bir “kurtarma” ile değil tam aksine büyük bir insani felaket ve ekonomik çöküş ile sonuçlanacağını söylemelerine kulaklarını tıkadılar. Bu programların yarattığı kesintilerin krizi daha da derinleştirdiği gerçeğine aldırış etmediler. Borç ödemelerinin milli gelirde büyük bir kayba yol açarak vergi gelirlerinin azalmasına ve nihai olarak kamu borcunun daha da artmasına yol açtığını duymak istemediler (link). Yannis Varoufakis de New Statesman’a verdiği röportajda Yunanistan’ın krizinin çözümünün iktisadi dengeler ya da göstergelerle ilgili olmadığını şöyle anlatıyordu link):

İktisadi argümanlarla tartışma konusunda mutlak bir ret durumu vardı. Gerçekten üzerinde çalıştığınız bir argümanı ortaya seriyordunuz –argümanın mantıksal olarak doğru olduğunu gösteriyordunuz– ve sadece boş bakışlar ile karşılaşıyordunuz. Sanki hiç konuşmamışsınız gibi...İsveç milli marşını da söyleyebilirdiniz ve aynı cevabı alırdınız... Hiçbir tartışma yoktu. Rahatsızlık bile yoktu, sanki hiç kimse konuşmamış gibiydi...

Kulaklarını tıkadılar, çünkü (Syriza’nın tercih ettiği ifadeyi kullanırsam) “kurumlar” için asıl mesele ne borcun insani sonuçları ne de iktisadi akıldı. Asıl mesele borcun küresel kapitalizmin işleyişinde işgal ettiği merkezî rol ile ilgiliydi. Borç konusunda geri adım atmak gelecekteki borç ödemelerinin güvencesini ortadan kaldırmaktı. Borç konusunda geri adım atmak radikal bir sol hükümete ve seçmenlerin söz hakkına boyun eğmiş olmak anlamına gelecekti.

Mesele hiçbir zaman Yunanistan’ın borçlarının yeniden yapılandırılmasından (ve hatta Yunanistan’ın borçlarının iptalinden) ibaret değildi, mesele böylesi bir hareketin bütün dünyada yaratacağı büyük bir kitlesel ayaklanmadan ve bu ayaklanmadan solun zaferle çıkacağından duyulan korkuydu. Bırakın halk ayaklanmalarını, seçimlerin “sistemin” işleyişini değiştirmesine, yeni gelen bir hükümetin önceki hükümetlerin onayladığı programları iptal etmesine bile izin verilemezdi. Yannis Varoufakis New Statesman’a verdiği röportajda bu durumu şöyle anlatıyordu:

Schauble başından itibaren tutarlıydı. Düşüncesi şöyleydi: bu daha önceki hükümet tarafından kabul edildi ve seçimlerin bir şeyi değiştirmesine izin veremeyiz. Çünkü seçimler her zaman olur, burada 19 kişiyiz/kurumuz, her seçim olduğunda bir şeyler değişseydi, aramızdaki kontratların hiçbir anlamı kalmazdı.” Bu noktada ayağa kalktım ve şöyle söyledim: “belki de borçlu ülkelerde bundan sonra hiç seçim yapmamalıyız.

Bir zamanlar kapitalizm

II. Dünya savaşının sonra ermesiyle Kuzey Atlantik ülkeleri kendi işçi sınıfları ile örtük bir uzlaşma yaptılar. Bu uzlaşmanın bir ayağı iktisadi haklarla ilgiliydi ve emeklilik, parasız eğitim, sağlık hizmetleri gibi geniş kapsamlı sosyal hakları içeriyordu. Bu model 1980’lerin sonuna kadar özellikle Avrupa işçi sınıfının dünyanın diğer işçilerine göre ayrıcalıklı bir konuma sahip olmasını sağladı. Avrupa genelinde (üye ülkelerin farklılıklarına rağmen) ücretler arttırıldı, vergilerle finanse edilen geniş ve yaygın bir sosyal koruma ağı oluşturuldu.

II. Dünya savaşı sonrası yapılan bu örtük uzlaşmanın bir diğer ayağı ise siyasal katılım hakları ile ilgiliydi. AB ülkeleri, geniş toplumsal kesimlerin siyasal katılımına olanak veren, hem bireyleri hem de farklı grupları devlete karşı koruyan siyasal liberalizm fikrinin önderliğini yaptılar. Özellikle 1980’li yıllar Avrupa çapında bireysel ve kolektif hakların altın çağı olacaktı. Hatta Avrupa’nın  “yumuşak gücünün” ve eğer fikirler/kurumlar “ithal” edilebiliyorsa (ki ithal edilebildiğine dair yaygın bir literatür vardır) ithalat “kaleminin” siyasal liberalizm olduğunu söylemek doğru olacaktır.

Bu uzlaşmanın siyasi ayağı ve iktisadi ayağı en başından beri birbirlerine sıkı sıkıya bağımlıydı. Bir diğer deyişle içerici bir iktisadi politika, katılımcı bir siyasal demokrasinin neredeyse önkoşuluydu. AB tam da bu siyasi/iktisadi örtük uzlaşmanın üzerine kuruldu ve bu uzlaşmanın devamında önemli bir rol oynadı.

Üstelik bu uzlaşma sayesinde Avrupa Birliği Avrupa’nın yüzyıllar süren “kanlı ve korkunç” tarihini örterek John Gaddis’in “uzun barış” adını verdiği dönemi açtı. Böylelikle birer ulus devlet halinde dünya sahnesine çıktıkları dönemden başlayarak II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar birbirine düşman olan, onlarca irili ufaklı savaşta birbirleriyle savaşan devletlerin aralarındaki ilişkilerden savaş silindi (ne olursa olsun AB kurumlarına verilen ve hiç azalmayan kapsamlı desteği ve Syriza gibi partilerin ikircikli tutumunu bu karanlık geçmişe dair kolektif hafızada aramak mümkündür.)

Bu iktisadi/siyasal uzlaşma 1980’li yıllardan bugüne iktisadi alandan başlayarak dünyanın her yerinde bozuldu. Eğer Reagan/Thatcher dönemine özgü iktisat politikaları bu uzlaşmadaki ilk büyük çatlağı ve geriye dönüşü oluşturduysa, ikinci büyük çatlak Soğuk Savaş’ın bitmesiydi. Reel sosyalizmin iflası II. Dünya Savaşı sonrası Sovyet tehdidine karşı oluşan kurumların siyasi anlamını geçersizleştiriyor,  işçi sınıfının topyekûn iktidarı ele geçirme korkusunu bir gerçeklik olmaktan çıkarıyordu. 2000’li yıllarda arka arkaya gelen iktisadi krizler bu uzlaşmadaki çatlağı iyice derinleştirdi. Son darbeyi ise 2008 krizi vurdu.

Borç krizi

Naomi Klein’ın Şok Doktrin kitabında son derece vurucu bir biçimde ifade ettiği gibi her kriz sıfırdan başlamanın bir yoludur. 2008 krizi de sermayeye (elbette anlamlı bir direnişin yokluğunda mümkün olacaktı) II. Dünya Savaşı sonrası kurulan toplumsal uzlaşmanın topyekûn sıfırlanması için altın tepside bir imkân sundu ve bütün bir Avrupa’nın sosyal güvencesizlik ekseninde yeniden yapılandırılmasının yolunu açtı. Borç bu yeniden düzenlemenin hem aracı hem de kendisiydi ve kurumlar tarafından Avrupa’daki refah devleti politikalarından geriye kalanları yok etmek için başlıca silah olarak kullanıldı.

Borcun bu kadar güçlü bir silah olabilmesinin temelinde David Graeber’in ifadesiyle borca saygının bütün modern kapitalist ilişkilerin temelini oluşturması yatıyordu. Üstelik bu ilişkinin sadece iktisadi bir kural değil, ahlaki bir norm haline gelmiş olması, ortaya çıkabilecek itirazların ve olası dayanışma ilişkilerinin baştan önünün alınmasını sağlıyordu. Nitekim “borçlu tabii ki borcunu ödemek zorundadır” şeklinde ifade edilebilecek olan önerme iktisadi bir önermeden daha çok, ahlakî bir önermeydi. Bu ahlakilik, borcun modern kapitalist ilişkilerin merkezinde olduğu gerçeğinin de üstünü örtüyordu.

Borçlu için borcunu ödemek asıl olandı. Borç veren için ise borcu almak. Borçlunun borcunu ödemek için evsiz kalıp kalmadığı, gece aç uyuyup uyumadığı ya da 8 yaşındaki oğlunu günde 1 dolara fabrikada çalıştırıp çalıştırmadığı önemli değildi. Borç ahlakı kişisellikten uzaklaştırıyor ve kişiyi karşısındakinin düşünmediği bir sorumluluk ilişkisine sokuyordu. Nitekim borcun “uzlaşma”da ayak direyen ülkeleri disipline etmekte kullanılması boşuna değildi. Borçluluk ilişkisi ölüm paketlerinin “kurtarma” paketi olarak adlandırılmasına yol açtı.

Bu durum tam da niçin Avrupa’da Yunanların daha fazla cezalandırılmasını, yuttuklarının kursaklarından getirilmesini talep eden güçlü bir kamuoyu olduğunu açıklar niteliktedir (link). Ahmet İnsel’in deyişiyle bu kamuoyu Yunanistan’ın çalışmadan yediği, bir Ağustos böceği misali şarkı çalıp söylediği “şehir efsanesine” sıkı sıkıya inanıyordu.

Yine Ahmet İnsel’in verilerine göre, 2014’de Yunanistan’da çalışan nüfus yılda ortalama 2042 saat çalışmıştı (aynı rakam Almanya’da 1371 saat iken). Yunanistan AB ülkeleri içinde, krizde olanlar dahil, son beş yıl içinde asgari ücreti düşüren yegâne ülkeydi. Yunanistan aynı zamanda AB ülkeleri içerisinde bütçe açığının son beş yılda en fazla düşürüldüğü ülkelerden birisiydi. Bütün bu verilere rağmen Yunanistan’ın hâlâ elinden geleni yapmadığı söylenebiliyordu ve “kurumlar” korkunç bir işsizlik ile kıvranan ve kimi durumlarda geniş bir aileye giren tek maaş olan “emeklilik” sistemini gözüne kestirebiliyordu.

Uzlaşmanın Sonu

Syriza, Yunanistan’ın üstündeki borç yüküne rağmen 20. yüzyılın örtük uzlaşmasına geri dönebileceğini ümit etti. Hem de borç ilişkisi içerisinde olduğu kurumlar ile “müzakere” ederek. Tam da bu okuma Syriza’nın ağzı ile kuş tutsa istediği hiçbir şeyin kabul edilmeyeceğinin garantisiydi. Kurumlar açısından asıl mesele o uzlaşmanın yok edilmesiyken, o uzlaşmaya geri dönmeyi mümkün kılacak her alternatif şiddetle bastırılmalı, ağızlarına bir torba biber tıkılmalı, mevcut muhalif liderler (teşbihi maruz görün) mümkünse bir torbaya konulup nehre atılmalıydı.

Avrupa’nın bütün rejimlerinin domino taşları gibi Yunanistan’ın arkasından devrilebileceği korkusu IMF gibi “borç ödenir” ilkesine göre hareket eden ve başka da hiçbir ilkesi olmayan kurumları dehşete sürüklüyordu. Avrupa’yı saran sağ hükümetleri popülist bir sol hareketin kendilerine geri adım attırabilmesinden daha fazla korkutan bir şey yoktu.

Yunanistan borcunun yeniden yapılandırılması, hem de sol bir hükümet görevdeyken, hem de özellikle bir referandum sonrasında, AB sağı için bırakın kabul edilebilir olmayı, ancak gündüz görülen bir kâbus olabilirdi. Çünkü mesele ne borcun insanî sonuçları, ne iktisadi akıldı. Mesele Avrupa sağının siyasi geleceği, kapitalizmin kutsal borç ilişkisinin sürekliliğiydi. Bunun için gerekirse Yunanistan ve hatta gerekirse Avrupa feda edilebilirdi.

Belki de Syriza, karşısındakilerin neleri feda edebileceğini küçümsedi. Ya da siyasal demokrasinin kapitalist ilişkilerdeki yerini fazla önemsedi. Bilemiyorum. Alan Badiou’nun dediği gibi “Yunan değilim ve Yunan hükümetini yargılamak bana düşmez. bkz. link )”

Ama biliyorum ki Yunanistan krizi ile bir devir resmen kapattı. Bir süredir ölü olan uzlaşmanın bu hafta kendi evinde cenaze namazı kılındı. Hatta belki de Avrupa projesi Avrupa sağının eliyle öldürüldü (bunu iddia eden bir perspektif için bkz. link)

***

Moses Finley’in söylediği gibi “antik dünyada bütün devrimci hareketlerin tek bir programı vardı: borçlar silinsin ve toprak yeniden dağıtılsın.” (aktaran, David Graeber).

Bugün bunu yeniden ve daha güçlü bir biçimde söylemenin zamanı.


Referanslar

Graeber, D. (2014). Debt-Updated and Expanded: The First 5,000 Years. Melville House.

Gaddis, J (1986), “The Long Peace: Elements of Stability in the Postwar International System,” International Security, 10/4:99–142.

Klein, N. (2007). The shock doctrine: The rise of disaster capitalism. Macmillan.