Ormanların Gümbürtüsü
Tanıl Bora

Orman yangınları, malûm, “mevsim normallerinin” parçasıdır. (Gerçi Ömer Madra, artık mevsiminin kalmadığı uyarısında bulunuyor: link) Sadece Türkiye’de de değil, bütün dünyada. Akdeniz havzası, vahim odaklardan biri. Küresel ısınma ve şehirleşmenin etkileri yanında, ihmal ve kundaklama marifetiyle, Portekiz’de Türkiye’ye, 1960’lardan beri yangınla yiten orman alanı dört kat artmış.

Orman bilimcileri, Türkiye’nin, “tabiat şartları” itibarıyla % 80’e yakın olması gereken orman varlığının % 25’e doğru inmesinin nedenleri arasında, yoğun göçler ve savaşları sayıyorlar. Bu savaş faktörü içinde, Kürt ellerinde çeyrek yüzyıldır süren gayrı nizamî harp var. Sadece “kurşun (burada ağır bombardıman oluyor) adres sormaz”ın kurbanı olmuyor ağaçlar. 1990’larda, “teröristlerin” barınmasını önlemek ve HDP İstanbul milletvekili çevre mühendisi Beyza Üstün’den öğrendiğimiz terminolojiyle “görüş mesafesi açmak” (link) maksadıyla, “ora” ormanlarının yakıldığına veya yanmasına göz yumulduğuna dair iddialar, hep geçiştirildi.

Türkiye’nin örtülü operasyon birimlerinin, 1990’ların ortalarında Yunanistan’da orman yangını çıkartarak, “misilleme” yaptığına dair iddiaları da unutmayalım. 2011 Aralık’ında eski Başbakan Mesut Yılmaz Susurluk skandalı bağlamında anmıştı bu iddiayı. Ondan beş-altı yıl önce Emin Çölaşan, bu yangınları çıkartarak Yunan’a “pabucun pahalı olduğunu gösteren” bir “millî kahramanın” hikâyesini nakletmişti.

İşte, gayrı nizamî harbin yeniden başlamasıyla, mevsim normallerine refakaten savaş normalleri de ormanların başına çöktü yine. Diyarbakır-Lice’de, Dersim’de, Hakkari-Şemdinli’de, Şırnak’ta Cudi ve Gabar dağlarında, top atışlarının sebebiyet verdiği yangınlardan söz ediliyor. Ayrıca, bölgedeki yangınlara etkin müdahaleden geri durulduğuna, sınırlı imkânlarıyla baş etmeye çalışan belediyelerin yalnız bırakıldığına dair haberler var (link). Ekoloji hareketinin HDP’deki temsilcilerinden Beyza Üstün, az evvel andığım röportajda, iri kıyım çevreci STK’ların bu konuyla hiç ilgilenmemesinden yakınıyor.

Belki sonra bir yerlere törenle Cudi hatıra ormanı fidesi dikeceklerdir.

Vatanseverliği sevenler de hiç ilgilenmez bu konularla[1]. Onlar için vatan, mülktür. Edirne’den Ardahan’a uzandığı bellenmiş bir arazi. Bir parselasyon işi. Bir karış hesabının konusu. Sahip çıkılacak bir dolu çakıl taşı. Her biri insanın ve başka canlıların yaşam alanı olan, her birinin hatırası olan, her biri kendine mahsus bir güzellik olan vatan coğrafyaları, “her şey vatan için”e feda olsun! Vatan savunması mevzu bahisse, vatan da teferruattır.

Karadenizlilerin barış bildirisi, uçanı kaçanı “terörist” diye damgalayan savaş politikasıyla, denizi dereyi suyu ağacı heder eden talan politikasının iç içeliğini bir defa daha hatırlattı ya bize (link).

Beşinci hava alanına, on ikinci boğaz köprüsüne, İstanbul’un karnını yarma vs. projelerine karşı çıkarken flora-fauna, orman, nefes diyenleri iyi ihtimalle naif, kötü ihtimalle bozguncu diye görenlere bedduam, köprülü kavşaklarda yaşlanmalarıdır... Sadece ismiyle bile heyecan verici bir yaprak hışırtısı hissettiren www.kuzeyormanlari.org sitesini ara sıra ziyaret etseler, zihinlerine bir şüphe düşer mi?

Cudi yangını haberleri, beni bir defa daha Reha Erdem’in Jîn filmine ve Ayhan Geçgin’in son romanı Uzun Yürüyüş’e döndürdü. İkisinde de en yalın, en doğada haliyle “çıplak insan” vardır. Tabii bu uygarlıkta olabileceği kadar ‘doğada’… Zaten doğada yalnızken, savaşa tabidirler: tepelerinden askerî uçak uçar, genç bir kadın gerilla olan Jîn yaralı askerle karşılaşır, Geçgin’in adamının eğleştiği mağaraya gerilla gelir... Film de, roman da, “savaş gerçekliğinden” haberlidir. Reha Erdem bir söyleşisinde, 30 yıllık düşük yoğunluklu savaşta kaç bin hayvan öldüğüne, ormanların yakıldığına dikkat çekmişti (link). Uzun Yürüyüş’teki gerilla komutanı, özgürlüğün toplumsal niteliğini vurgularken, “dağlar bile tutsaktır, tüm doğa tutsaktır” diyordu.

Fakat film de, roman da “savaş gerçekliğinin” belgeseline dönüşmekten, siyasî sembolizmden kaçınır. Hem çimdikler bu sembolizmi (Jîn’deki geyik, çürük elma, az kurcalamadı zihinleri!), hem de ondan kaçar, ‘doğaya dönmeye’ çalışırlar, adeta. Jîn ve Uzun Yürüyüş’teki isimsiz adamımız, doğayı seyreder, keşfeder, doğaya teslim olur, ona yenilir; velhasıl doğayla sınanırlar. Jîn kaçmak-saklanmakla meçhul bir çağrıya uymak arasında, Geçgin’in adamıysa “bir hayat arama” isteğiyle hayatta kalma istidadını yoklamak arasında salınarak, doğa aynasında kendileriyle ve insanlık haliyle yüzleşirler. Jîn’de Reha Erdem filmlerinin gedikli oyuncusu olan sesi, insanın refakatçisi olarak işitiriz – sessizliği de öyle… Uzun Yürüyüş, “ele ele dönen günlerin çemberinin… yavaş yavaş tek bir güne dönüştüğü” bir zaman duygusunu okura zerk eder. İki eser de, yalnızlık bilgisine, yalnızlık terbiyesine bir yolculuktur.

İsteyen bir doğaya dönüş sorgulaması olarak bakabilir bu ince filme, bu sert romana; isteyen insanın varoluş anlamıyla cebelleşmesinin, isteyen çıplak insan gerçekliğinin teşrihi olarak bakabilir… Savaşın içinde bir de Dersim’de, Cudi’de yanan ormana üzülürken kendinizi yalnız hissediyorsanız…


[1] Türk milliyetçiliğinin vatan mefhumunun ‘soyutluğunu’ başka bir yerde ele almıştım: “Türk milliyetçiliğinin inşasına vatan imgesi: Harita ve ‘somut’ ülke”, Milliyetçiliğin Kara Baharı içinde,  Birikim Yayınları 2013 (2. Baskı), s. 149-169.