Kesik Dil
Derviş Aydın Akkoç

Dille ve kelimelerle, hatta harflerle nasıl da gerilimli bir ilişkisi var Elias Canetti’nin. Düşünceye dilden giden, düşünceyi dilde çoğaltan bir yazar için normal addedilebilir bu. Ama dil bahsinde, Canetti’de olduğu kadar kırılgan bir tavır bulmak nadirattandır. Tıpkı selefi Kafka’da olduğu gibi, Canetti’de de dile ve oradan da düşünceye sızacak iktidar mikrobuna karşı teyakkuz hali söz konusudur. Dili bir kamçı olarak kullanmaması, iktidar mikrobuna karşı uyanık olmasıyla alakalı. Dil, kendi çaresizliğinin farkındadır; emin olmadıkça asla yargıda bulunmaz, daha ziyade panorama çıkarmakla yetinir, ışıyan yığınla imge yaratır, perdahlanmayı bekleyen mecazlar üretir ve elbette tam zamanında susmayı bilir.

Canetti’nin dil ve düşünceyle olan ilişkisi susma kesitleri, benzin istasyonlarında mola verme fasılları dışarıda bırakıldığı takdirde anlaşılamaz. Elias Canetti dili sürgit kılmak, daha canlı hale getirmek için konuşmayı kesmek zorunda kalan yazarlardandır, konuşmanın şehvetinden, sağaltıcılığından feragat eder; istasyonlar düşüncenin kıvam bulması açısından elzemdir çünkü. Dilin bir süreliğine susması düşüncenin kendi üzerine dönmesine, kendini masaya yatırmasına vesile olur. Düşüncenin açılması, genişlemesi, hayatla paralel hareket edebilmesi için dilden talep edilenler yetersiz kaldığında, yazar yeni bir dil öğrenir, ardından bir dil daha, bir dil daha, icabında ölü dil olsa bile bir dil daha… Elias Canetti, düşünceyi kelimelerle besler, büyütür; mecbur kalmadıkça kavramlara tamah etmez.

Her kelimeyi, elinden düştü düşecek bir kristal parçası gibi taşır Canetti; tek bir kelimenin dahi kazara düşüp parçalanması, demek işlevini ve anlamını kaybetmesi durumunda, bütün bir dilin infilak etmesi işten bile değildir. Ama Elias Canetti’nin dil sigortası var, dilden yana sigortalı bir yazar. Olur da bir dili kaybederse, o dil tıkanır yahut felçleşirse yedeğinde mutlaka bir başka dili daha vardır. Çok, hem de çok dilli bir yazar Canetti. Harislikten değil, düşüncenin tazyikine maruz kalmaktan ötürüdür bu vaziyet. Her ne kadar heybesinde pek çok dil olsa da, bir yazar olarak kendi kilitlenme noktalarıyla yüzleşmekten imtina etmez Canetti:

“Ey göstergeler rahibi, tedirgin yaratık, bütün harflerin tapınağının mahpusu, yaşamın pek yakında bitecek. Ne gördün? Neden korktun? Ne yaptın?” 

Dille ilişki sancılı bir tutsaklığa dönüşmüştür. Yazar hayli dil bilse de, bütün dilleri bilmesi imkânsızdır. Üstelik hayat kısadır, ölüm oradadır. Bütün ömrü boyunca aradığı cümle, belki de henüz bilmediği bir başka dilde söylenmiştir. Dünyada bu kadar çok dilin olması tedirginliğinin esas nedenidir. Canetti teolojik manada “cennetten düşüş” trajedisiyle pek ilgilenmez, insanlığın başına gelen ikinci trajedi, yani “Babil efsanesi” onun için daha yakıcı ve daha korkunç bir trajedidir: Tanrı’nın göğe yükselttikleri kulelerden ötürü insanlığı ikinci kez cezalandırıp, o güne kadar tek bir dilde iletişim kuran insanların dillerini karıştırması, bozması.

Dilin parçalanması, anlamların sabitlikten uzaklaşması, iletişimin kireçlenmesi insanlığın başlıca dertleri arasındadır. Canetti de bu parçalanmadan mustariptir: “Ey cümleler, cümleler, ne zaman birbirinize eklenecek ve birbirinizi bir daha asla bırakmayacaksınız?”1 Nafile bir sitemdir bu! Canetti, bütünlüğün bir daha bir araya gelemeyeceğini, dilin boşa düşeceğini, kelimelerin yetersiz kalacağını, harflerin can yakacağını, onca zahmetten kotarılan cümlelerin kopuk savruk uçuşacaklarını, hâsılı düşüncenin varlığın ve hayatın hızına erişemeyeceğini bilir bilmesine ama, yine de bütünlüğe ulaşmak için çabalamaktan hiçbir surette vazgeçmez:

“Bütün yaşamım, her şey kafamda bir araya gelsin ve yeniden bir bütün oluşturabilsin diye işbölümünü ortadan kaldırmaya ve her şeyi düşünmeye yönelik, çaresiz bir çaba, o kadar. Her şeyi bilmeyi değil, parçalanmışı yeniden bir araya getirmeyi istiyorum. Böyle bir girişimin başarıya ulaşamayacağı, neredeyse kesin gibi. Ama başarıya ilişkin küçücük bir olasılık bile tek başına her türlü çabaya değer.”

Her şeyi bilme küstahlığını çoktan geride bırakan; daha ziyade kendi parçalanmışlığını, insan olarak bu dünyadaki hikâyesini toparlamakla meşgul olan Elias Canetti, kelimelere ve dile iktidar uygulamaz. Dili alaya almaz, karınca sürüsünü andıran harflere birer devlet icat etmez. Tek bir örtülü maksadı vardır, konuşmaktan ve sesten (işitmekten) kurtulmak, görmeye sahici bir alan açmak, seyretmenin hazzını yaşamak: “Artık konuşmamak, sözcükleri hiçbir şey söylemeden yan yana dizmek ve onları seyretmek.” 

***

Canetti’nin dil takıntısı ile ilgili pek çok şey söylenebilir. Canetti dillerini kaybetmekten değil, dilinin kesilmesinden ürken bir yazar: Somut ve bildiğimiz anlamda dilinin kesilmesi. Bir düşünürün düşünce ve dille kurduğu ilişkiyi, söz konusu düşünürün hayat hikâyesinden hareketle açıklamaya çalışmanın riskli tarafları var. Ama kendi otobiyografisinin daha ilk cümlelerinin dille alakalı olması da tesadüf olmasa gerek:

“Hatırladığım ilk hatıra kızıla kesmiş bir hatıradır. Bakıcı bir kadının kollarında bir odadan dışarı çıkıyordum. Karşımdaki zemin kırmızıydı. Sol tarafta aşağı uzanan bir merdiven vardı, merdiven de zemin kadar kırmızıydı. Tam merdivenden inecekken, çaprazımızda yer alan bir odanın kapısı açıldı. İçeriden gülümseyen bir adam çıktı ve dostane bir şekilde bana doğru yaklaştı. Az sonra daha bir yaklaştı ve durup şunu söyledi: ‘Bana dilini göster.’ Bunun üzerine dilimi dışarı uzattım, adam elini cebine sokup bir bıçak çıkardı. Bıçağı açıp keskin tarafını dilimin üstüne koydu. Ardından ‘şimdi bunun dilini kesiyoruz,’ dedi. Dilimi içeri çekmeye cesaret edemedim, zira bıçağı giderek daha da yaklaştırıyordu. Donup kalmıştım. Bıçak dilimin üzerinde hareket ederken, adam son anda bıçağı geri çekti ve ‘bugün değil, yarın keseceğim,’ dedi. Bıçağını sert bir şekilde kapatıp tekrar arka cebine soktu.

Her sabah odadan çıkıyor ve aynı kırmızı koridordan geçiyordum. Biz geçerken çaprazımızdaki kapı da açılıyor, gülümseyen adam beliriyordu. Adamın ne söyleyeceğini artık biliyor, dilini göster emrini bekliyordum. Dilimi kesip koparacağını biliyordum. Her defasında daha bir dehşete kapılıyordum. Günlerim genellikle böyle başlıyordu.”2

Konuşmaktan vazgeçmek, susma makamına erişmek; kelimeleri işitmek değil, artık onları seyretmek. Canetti’nin kesilme korkusundan kopup gelen, peş peşe dizilen, anlatmayan, sadece işaret eden dilinden dökülen kıpkırmızı kelimeleri kulağa değil, göze hitap eder. Böyle yaparak, “Babil efsanesi” trajedisini mi aşmaya çalışmıştı acaba Canetti? Ama körleşmeden bahseden de o değil miydi…  


1 Elias Canetti, İnsanın Taşrası, çev. Ahmet Cemal, İstanbul: Payel, s. 186. 

2 Elias Canetti, The Tongue Set Free, Almancadan İngilizceye çev. Joachim Neugroschel, Londra: Granta Books, s. 3.