Osmanlı Torunu
Aksu Bora

Burlesk bokunu çıkararak üstesinden gelme ise (link) drag queen de (link) tekinsiz bir performans sanki. Bir drag queen, performe ettiğiyle kendisi arasındaki boşluktan bize bakarken hayranlıkla karışık horgörü, bir tür iç ürpertisi yaratır; havaya atılıp tutulan çocukların neşeden mi korkudan mı olduğu belirsiz kahkahaları gibi. Dita von Teese, bütün o jartiyerler, file çoraplar, topuklularla kadın seksapelini dokunulmaz, seyirlik bir şeye dönüştürür (link). İkisi de kendi maskelerimizle, kendi performanslarımızla yüzleşmeye çağırır. İkisi de cinsiyetle ilgili bilgimizi şüpheli hale getirir. Cinsiyet çeşitliliğinden daha zorlu bir şeyi, cinsiyetin içine doğduğumuz ev olmadığını hatırlatır. Bir de daha heyecanlı bir şeyi: Bizim bu zorlu şeyi için için bildiğimizi. Yoksa ne diye bayılacaktık bütün o zımbırtılara? Neden onlardan cezbolacaktık? Neydi bütün o “zeki müren kirpiği” motifleriyle işimiz?

Televizyonda birtakım adamların tarih programı adı altında yaptıkları kahve muhabbetlerindeki ağdalı konuşmaları, kehribar yüzükleri, İ. Melih Gökçek’in Ankara’nın girişlerine “Selçuklu mimarisi” iddiasıyla yaptırdığı acayip kapılar, hükümetin ileri gelenlerinin bulunduğu her türlü toplantıdaki yaldızlı seremoniler, kadınların başörtülerinin altındaki yirmi santimlik yükseltiler, kristal kadehler, kakmalı mobilyalar, kadifeler… giderek üstümüze üstümüze gelen bütün o Osmanlı torunluğu, şöyle bir şeyi çağrıştırıyor: link.

AKP aday adaylarının seçim afişleri (link) ve duşakabinoğulları fotoğrafıyla (link) unutulmaz hale gelen seçim öncesi birkaç ay, toplumsal fantezilerin ortalığa döküldüğü hafif müstehcen bir gösteri gibiydi. Bu fantezilerin nostaljiyle bir ilişkisi var mı? Bana yok gibi geliyor.

Nostaljinin ev hasreti olduğundan bahsedilir. “Sorgulanmayan bir evde olma hissi”. Dünya o kadar hızlı değişmektedir ki, insan artık kendini bu dünyada evinde hissedemez. Bir anlamda, özgürlüğün bedeli yersiz yurtsuzluktur. Onun için nostalji modern bir duygudur. Muhtemelen hiçbir zaman varolmamış eve duyulan özlem. Türkçenin modern yazarları, Ahmet Hamdi Tanpınar, Halit Ziya Uşaklıgil, Reşat Nuri Gültekin, Peyami Safa, kendi meşreplerince bu özlemden bahsederler (aslında Ataç bile!). Da, bu kehribar yüzüklü beylerin, külahlı hanımların, sarıklı adayların… bahsettikleri şey, böyle bir özlem midir? Yoksa varolmamış bir eve hasret çeker gibi yaparken olmayan camı çerçeveyi mi indirmekteler? Burleskin bokunu çıkarma stratejisiyle drag queen’in tekinsiz mesafesini mi görüyoruz aslında biz onların performansında?

Camını çerçevesini indirdikleri evin sadece var olmamış değil, hiçbir zaman onların olmamış olduğu bilgisidir belki bir yandan bütün bu burleskin sebebi. Zeki müren kirpiği motifini işlerken cinsiyetin pek de öyle içine doğulan ev olmadığını bildiğimiz gibi, onlar da Osmanlı’nın hiçbir zaman onların evi olmadığını biliyorlardır.

Bundan daha meraklı bir macera, evin hortlaklarıyla ne yaptıklarının peşine düşmek olurdu. Ne de olsa Osmanlı’dan kalan, kehribar yüzükler ve temennalarla temsil edilemeyecek kadar ağır bir miras. Belki özledikleri ev hiç varolmadı ama hortlaklar orada. Fısıltılarını ve çığlıklarını duyabiliyorlar. Aile sırlarının kuşaklar boyunca taşınması gibi, usulünce gömülmemiş, yası tutulmamış ölüler de sonraki kuşaklara musallat olup duruyorlar. Eski ölüler, yeni ölüler, müstakbel ölüler…

Ev hasretiymiş gibi yapan bu şey aslında evin hortaklarından duyulan korku mu? Onu yeniden, yeniden tarif ederek, orada yaşandığını iddia ettiği bütün o yalan anıları anlatıp durarak, giderek daha yüksek perdeden, daha iddialı konuşarak, bağırarak, bağırarak… Hortlakları uzaklaştırmaya mı çalışıyorlar?

Ev hakkında okuduğum en güzel cümle, yanlış hatırlamıyorsam, Winnicott’undu. Mealen, hak etmeye gerek kalmadan bize verilen şey olduğunu söylüyordu. Belki de bu sebeple özlediğimiz evin aslında hiçbir zaman var olmadığına o kadar kolay ikna oluyoruzdur. Belki de bu sebeple, camı çerçeveyi indirip duruyorlardır.