Masum Değiliz Hiçbirimiz
Evren Balta

Nükhet Sirman bütün bir toplumu infiale sürükleyen Özgecan Aslan cinayetinin hemen sonrasında verdiği bir mülakatta neden başka kadınlar değil de Özgecan diye soruyordu (link).

Her yıl binlerce kadının erkek cinayetlerine kurban gittiği, kocaları tarafından yol ortasında bıçaklandığı, çocuklarının gözü önünde öldürüldüğü, tecavüze uğradığı bir coğrafyada neden bu cinayet toplumca bütün duygularımızın kabarmasına yol açıyordu? Nasıl hepimiz aynı anda kabına sığmayan bir öfkeye kapılmış, büyük bir acı duymuştuk? Çünkü, diyordu Nükhet Sirman “Özgecan masumdu.” Oysa masum diye kodlanmadığı, yani masum varsayılmadığı için pek çok kadının başına geleni hak ettiği düşünülüyordu.

“Başına geleni hak etmek” o kişinin başına gelen lanetin sizin başınıza (asla) gelmeyeceğinin önemli bir göstergesiydi üstelik. Yeterince akıllı davranırsanız, yanlış yapmazsanız o "lanet"in sizin kapınızı çalmayacağına dair saf bir inanç.

Adaletsiz bir dünyada çaresizce aranan adalet. Çırpınarak dünyanın mantığını bulmaya çalışmak. Dünyanın bir yörüngesi olmalı öyle değil mi? Anlayabileceğimiz, kestirebileceğimiz bir ekseni? Hiçbir şey yapmadığımız halde o “lanet” bizim de kapımızı çalıyorsa nasıl güven içinde yaşayabiliriz? Hiçbir aktörlüğümüz, hiçbir sözümüz, hiçbir eylemimiz o “lanet”i kapımızın önünden uzak tutmuyorsa?

Adaletsizliğin ve eşitsizliğin sürekliliğini sağlayan ve ayrıcalıklı gruplar nezdinde şiddeti olağan hale getiren temel mekanizma mağdurun “başına gelenleri” hak ettiği düşüncesine dayanır. Bu “hak etme” mantığına göre örneğin pek çok insan çalışmak istemedikleri için yoksuldur ya da hayatta yeterince iyi tercihler yapmadıkları için evsizdir. Tecavüz edilen kadın tecavüze davetiye çıkartmış olabilir çünkü giymemesi gerekenleri giymiş, yürümemesi gereken yollarda yürümüş, bulunmaması gereken yerlerde bulunmuştur.

Suruç’ta bir bomba ile parçalanan o gencecik bedenlerin bu toplumda bir zelzele etkisi yaratmaması biraz da bundan değil midir? Suruç’a giden o gençler Kobane gibi bir “dehşet coğrafyasına” gitmeyi göze aldıkları için ölmeyi hak etmişlerdir kolektif zihinlerde. Başlarına geleni hak etmeyen masum gençler değildir onlar. Haberlerin altındaki okuyucu yorumlarına şöyle bir bakmak bile bu zihniyeti anlamamıza yeter. Bazıları ne işleri vardı orada diye sorarken bazıları da aileleri neden engel olmamış diyerek sorunu münferitleştirmenin yollarını arar.

Bu müstahaktır zihniyeti şiddete maruz kalana dışardan bakanın ayrıcalıklı halesini yeniden kurar ve “laneti” hak etmeyene, lanet aramayana bulaşmayan bir istisna olarak tanımlar.  Nasıl olsa benim çocuğum oraya gitmez… O bomba asla benim evimde patlamaz… Kürt değilsem işyerime giderken bir polis kurşununa hedef olmam... Suriye’li değilsem o bota binmem... İşte dünyanın sırrı!

Etnik çatışmaların ülkeyi ortadan ikiye bölmesinin sebebi, tam da bu “hak etme” duygusunun eşitsiz dağılımı değil midir? Hak etmek bir kimlik grubuna ait olmakla eşitlendiğinde ülke bir daha bir araya gelmeyecek bir biçimde bölünür. Örneğin buradan, Batı’dan bakıldığında, Ağrı’nın Diyadin ilçesinde yaşayan herkes aynı görünür. O polis kurşununu istisnasız herkes hak eder. Amerikalıların Irak işgali sırasında meşhur ettikleri tabirle, sivillerin ölümü haklı bir savaşta “ikincil bir zarar”dır.

Cinsel şiddeti, etnik temizliği, işkenceyi ve aklınıza gelebilecek her tür “laneti” kişiselleştiren bir duygudur bu. Sorunları toplumsal mekanizmalarından ve koşullarından soyutlar. Bir adaletsizliğin başka tür adaletsizliklerle ilişkisini en basitinden anlamsızlaştırır. Çünkü biz doğru kararlar veririz. Doğru yerde yaşarız. Ve başımıza gelenleri daima hak ederiz.  

Suriye’li bizim gözümüzde başına gelen “lanet”i hak eden kişidir. İzin verilirse, bizim hak ettiklerimizi de (eğitim, sağlık vd.) elimizden alacak olandır. Kimbilir hangi yanlış kararlar sonucu o bota binmiş olandır. Suriye’nin nasıl bir rejimle yönetildiğini bilmemiz gerekmez. Suriye’de savaşın mekanizmaları hakkında bir fikrimizin olması da gerekmez. Biz sadece kendimizi haklı çıkarmak için düşünürüz. Suriyeliler ya zamanında yanlış lideri desteklemişlerdir, ya da şu anda yanlış yere göç etmektedirler. Ya da daha kötüsü savaş yokken para biriktirmeyi falan akıl edememişlerdir.

Tam da bu yüzden Aylan Kurdi’nin ailesi gibi pek çok ailenin Akdeniz’i geçmek ve sınırlarını demir ağlarla ören Avrupa kalesine girmek için binlerce dolar ödeyerek bindikleri küçük ve emniyetsiz botlarda hayatlarını kaybettikleri gerçeğini önemsemeyiz. Uluslararası Göç Örgütü’nün rakamlarına göre 2014’te Akdeniz’de boğulan 3500 kişiyi sıradan bir istatistiki veri olarak okur geçeriz (link). Tıpkı erkeklerin öldürdüğü kadınlara dair haberleri okuyup geçtiğimiz gibi…

Ta ki “saf ve masum birisini” görene kadar. Saf ve masum kişinin (Özgecan Arslan gibi, Aylan Kurdi gibi) ölümü sarsıcıdır. Çünkü onların ölümlerini haklı çıkaracak hiçbir bahane bulamayız. Ne alınan kararlar, ne yapılan seçimler... Hiçbir şey başlarına geleni anlaşılır kılmaz.

Ama tam da birilerinin “saf masumiyeti” temsil ettiği için ölümü hak etmediklerini düşünmek, bir başkalarının ölümü (ya da başına gelen diğer “lanetleri”) hak ettiğini düşünmemizin nedeni değil midir? Neden bir çocuk büyüdüğünde ölümü, açlığı ya da işkenceyi daha fazla hak etsin? Neden bir başka çocuk tamamen biyolojik bir tesadüf sonucu Ağrı, Diyadin’de doğduğunda ölümü daha fazla hak etsin?

Sadece “saf ve masum” insanların ölümüne üzülen bir toplum, “saf ve masum” insanların ölümüne sebebiyet veren koşulların ve geniş toplumsal eşitsizliklerin sancısını hissetmeyen bir toplumdur. Oysa asıl sorun bu ölümlere sebebiyet veren adaletsizlik ve eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Her hayatı aynı derece değerli bulmaktır... Her yaşamı yaşamdan saymaktır... Her acıyı, yası tutulacak bir acı olarak görmektir...

Bunu yapamadığımız sürece “masum değiliz hiçbirimiz”.