Erdoğan’ın 6-7 Eylül’ü
Ömer Laçiner

14 Eylül’le başlayan haftaya Türkiye, neredeyse bir iç savaşın eşiğindeyiz dedirtecek olaylarla yüklü bir haftanın zihnimize çökerttiği ağır endişe bulutları ile giriyor.

Uçurumun kıyısındaymışızcasına geçirilen bu haftada toplam öldürülen insan sayısının birkaç yüzü bulmaması ile teselli bulabiliyoruz ancak. Aklını, izan ve vicdanını yitirmemiş herkes apaçık biçimde gördü ki, barikat savaşları pekâlâ tüm Kürt şehir ve kasabalarına yayılabilir; sırf Kürtçe konuştuğu için bir kişi değil onlarca insan linç edilebilir;  sadece on on beş kasabada değil hemen tüm Orta ve Batı Anadolu kentlerinde Kürt işyerleri yakılıp yağmalanabilir, sahip ve çalışanlarından birçoğu katledilebilir; mevsimlik Kürt tarım ve inşaat işçilerini lince kalkışan güruhları emniyet güçleri durduramayabilirdi. Vahamet derecesi nedeniyle bu tablonun bir parçası olan Hürriyet gazetesine yapılan çifte saldırıya pekâlâ Radikal, Taraf gibi muhalif gazeteler de uğrayabilirdi.

Felaket bulutlarının hâlâ dağılmamış olmasının birincil sebebi, mevcut durumdan ilk planda sorumlu tutulması gereken işbaşındaki AKP hükümetinin tutumudur. Bu tutum ve yaklaşımın başlı başına bir vahamet nedeni, kaynağı olduğunu yeterince kavrayabilmek için; bundan 60 yıl önce tam da aynı 6-7 Eylül günlerinde bu ülkeye yine linç, yağma, yıkma ve öldürmelerle dolu olaylar yaşatmış Demokrat Parti hükümetinin olaylar ertesi tutumu ile -Erdoğan hükümeti denmesi gereken- hâlihazır hükümetin tutumunu kıyaslamak, aradaki farkın anlam ve mahiyeti üzerine düşünmek gerekir.

1955’deki 6-7 Eylül olaylarının, ekonomik durum giderek kötüleştiği için (nitekim 1958’de TL %330 gibi çok yüksek bir oranda devalüe edilecektir) milliyetçi hamasetle oy kazanma hesabı yapan DP iktidarı tarafından tertiplendiği biliniyor. Bugün de ekonomik gidişatın giderek kötüleştiğini hükümet sözcüleri bile zımnen itiraf ediyorlar. Dolayısıyla nasıl DP hükümeti 1957’de yapılacak seçimler için milliyetçi hamaseti körükleyerek iktidarda tutunma yoluna sapmış ise Erdoğan hükümeti de 7 Haziran seçimine gidilirken “çözüm masası”nı devirmiş; 1 Kasım seçimlerine gitme hazırlığında iken de milliyetçi hamaseti patlama seviyesine çıkaracak fırsat ve bahaneler aramaya koyulmuş ve -PKK’nın ihmal edilemez önemdeki “yardımları”, “nesnel işbirliği” ile de- bu imkânı bulmuş ve ülkeyi adeta bir “savaş ortamı”na sürüklemeyi becermiştir.

DP’nin 6-7 Eylül’ü ile Erdoğan’ın 6-7 Eylül’ünün genel çerçeve benzerliği açıkça görülebiliyor. Şüphesiz ilkinde tertiplenecek milliyetçi patlamanın hedefinde Rumlar başta olmak üzere tüm gayri Müslimler gibi görece az sayıda ve birkaç şehirde var olan topluluklar; ikincisinde ise yarıdan az çoğu Güneydoğu nüfusunun neredeyse tamamı, yarıya yakını da Orta-Batı Anadolu kentlerine dağılmış milyonlarca insanı kapsayan bir kitle olduğu için, o genel çerçevenin içi aynı şekilde ve aynı basitlikte “işlenmeyecek”tir. O nedenle de örneğin 1955 6-7 Eylül’ünde Mustafa Kemal’in Selanik’te doğduğu eve bombayı yerleştirecek küçük bir MİT ajan ekibi, tahrik ve saldırı çığırtkanlığı yapacak on beş yirmi DP militanı, gayri Müslimlerin olduğu semtlere ve Adalar’a saldıracak güruhları taşıyacak kamyon ve motorları “ayarlayacak” DP’li örgütçüler ile hayli basit ve en fazla 15 gün içinde hazırlanmış bir “provokasyon tezgâhı” yeterli olabiliyor iken; 2015 6-7 Eylül’üne varan sürecin en azından altı yedi ay öncesine uzanan bir “hazırlık aşaması” olduğu anlaşılıyor: Her şeyden önce provokasyonun fitili sadece hükümetin ajanlarınca ateşlenecek kadar basit olamazdı. İkinci bir ateşleyiciye ihtiyaç duyurtan bir karmaşıklıkta olması gerekiyordu. O nedenle, şimdilik eldeki verilerle kesin bir delil ileri süremesek bile; bizzat Erdoğan’ın söylediği “PKK’nın şehirlere tonlarca mühimmat, silah ve patlayıcı depoladığını aylardan beri biliyorduk” mealindeki sözlerini “biliyorduk ama çözüm süreci sekteye uğramasın diye ses etmedik” gibi süzme aptalların bile inanamayacağı bir “saflık, kandırıldık” edebiyatına iliştirmek yerine o sözünü ettiğimiz partner ihtiyacı bağlamında ele almak gerekir. 2015 6-7 Eylül’ünün öncekinden ilk ve esaslı farklılığı bu noktadadır.

İkinci esaslı ve birinciyle bağlantılı farklılık; yaratılan “neredeyse iç savaş” ortamının iki başlıca aktörü olan Erdoğan hükümeti ve PKK’nın kullandıkları milliyetçi hamaseti, o hamasetin kökensel içeriği ile uyumsuzluğu derhal görülebilecek amaç, değer veya gerekçelerle harmanlayarak sunmalarındadır. 1955 6-7 Eylül’ünün bilançosu karşısında DP hükümeti en azından “suçluların telaşı” içine girmiş, başkalarının -solcuların- üzerine atma alçaklığına tevessül etmişse de; ortada aşağılık, tiksindirici bir suç olduğu gerçeğini kabullenerek konuşmuştu. Şimdi ise PKK mayınlarla, patlayıcı tuzakları ile parçalanmış insan ölülerinin, yatağında vurulmuş polislerin, yol kontrolü veya suikast girişimlerinde canına kıydığı sivil Kürt yurttaşların kanları akmaya devam ederken “demokratik özerklik” adına mücadele ettiğini söyleyebiliyor; Erdoğan hükümeti ise linç edecek Kürt arayan alçak güruhlarını kınamaya bile dili varmayan bir müptezelliğe gömülmüş iken Güneydoğu’nun köy ve küçük kasabalarından on binlerce insanı ölüm korkusuyla şehirlere kaçırtan hava bombardımanları ve kuşatma harekâtı tam gaz sürdürülür; Cizre, Silvan gibi yüz binlik kasabalarda ölülerin bile gömülemediği bir dehşet kıskacı yürürlükte iken bütün bunları “yurttaşlarının huzuru, güveni, istikrarı ve dahası Türk-Kürt kardeşliğinin bozulmaması” için yaptığını iddia edebiliyor ve tüy dikercesine de “asker-polis şehitlerimiz”in sayısının katbekat fazlası PKK’lı Kürt öldürdüğü haberlerini özellikle servis ederek; linççi güruhların nefret ve intikam naraları ile aynı telden çalmayı ihmal etmiyor. Savaş ve şiddetin başlı başına bir kirlilik kaynağı olduğunu ve en başta da kendini meşrulaştırma gerekçelerini kirlettiği gerçeğinin bir kez daha doğrulanmasıdır bunlar.

Az önce, 1955 6-7 Eylül’ünün sorumlusu olan Adnan Menderes -DP- hükümetinin olayların bilançosu karşısında “suçluların telaşı”na kapıldığını, ortada mazeret kabul etmez bir alçaklığın olduğu gerçeğini kabullendiğini belirtmiştik. DP hükümeti, hiç kimsenin inanmayacağını bile bile olayların suçunu “solcuların” üzerine atmak gibi sağcı iktidarların asla vazgeçemeyeceği bir saptırma yolunu da denemiş ise de; hiç değilse mağdurlar karşısında yegâne sorumlu olduğu gerçeğini teslim etmişti.

2015 6-7 Eylül’ünde işbaşında olan hükümetin ortadaki vahim durumun sorumluluğunu başkasına -PKK’ya- yüklemek için bazı kanıtlara sahip olması, onun hükümet olarak asıl sorumlu sayılması gerçeğini gölgeleyemez bile. Erdoğan hükümeti buna rağmen şimdiye kadar kendi yanlış veya ihmallerinin özeleştirisini yapmaması bir yana Orta ve Batı Anadolu’nun birçok kasabasındaki linç, yağma, yakma olaylarını gerektiği gibi lanetleyen bir açıklama da yapmadı. 1955 6-7 Eylül’ünün sorumlusu hükümet, milliyetçi hezeyanlarını kullanarak siyasal kazanç sağlamayı hesapladığı güruhların çizmeyi çok aştığını, ortaya böylece korkunç ve iğrenç bir sonuç çıktığını itiraf etmişti. Anlaşılan o ki 2015 6-7 Eylül’ünde AKP’li beslemelerin yönlendirmesiyle harekete geçtiği belli olan güruhların yapıp ettikleri, bu hükümetin ölçütlerine göre hiç de “çizgiyi aşmış” görünmedikleri için kınanmaya bile gerek duyulmuyor. Üstelik bu manzara hâlâ gözümüzün önünde iken aynı hükümet, şunun şurasında bir buçuk ay kalmış 1 Kasım seçimlerinde Türkiye halkının kendisine tek başına iktidarı hediye edeceğinden emin bir dille konuşabiliyor.

Bu yolda devam edeceğiz, bu daha başlangıç anlamına mı geliyor bu tavır ve tutum?

12 Eylül’deki AKP kongresine ve sonucuna bakılırsa öyle.

Öyle ise Türkiye halkının buna vereceği karşılık ne olabilir, ne olmalı ve nasıl “okunmalı”? 1 Kasım seçiminde bu soruların cevabını toplum olarak vermiş olacağız.