Çatışma Sürecine Dair Notlar
Cuma Çiçek

Bu yazıda, öncekilerden farklı olarak, bu sayfanın sınırları dahilinde bir araya getirmekte zorlandığım birden fazla meseleye dair gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.

1. Mevcut çatışmaların tarafların niyet ve planlarından öteye etkiler yarattığını not etmek gerekir. Zira toplumsal dinamikler sosyal mühendisliklerle yönetilemeyecek ve yön verilemeyecek kadar karmaşık bir yapıyı teşkil ederler. Türkiye devleti ve toplumu siyasi yapı olarak nereye doğru gider bilinmez ama toplumsal  açıdan bakıldığında, son çatışmaların ve özellikle batıda HDP binalarına ve siyasi kimliğinden bağımsız olarak “sıradan” Kürtlere yönelik saldırıların ve linç girişimlerinin, hükümet, CHP ve MHP’nin olaylar karşısındaki tutumlarının Kürtlerin devlete ve batı yakasına dönük bağlarında onarılması çok güç yaralar açtığı açık. Bu saldırı ve linç girişimlerinin Kobanê olaylarından çok daha derin bir etki yarattığı ve siyasi aktörlerin plan ve politikalarından öteye uzun vadeli sonuçlar doğuracağı söylenebilir. Kürtleri merkeze bağlayan AK Parti son seçimlerde Kürt illerinin çoğunda zaten büyük bir güç kaybetmişti. Son olaylar sonrası Kürtlerin merkezle olan bağlarının daha da zayıfladığı ve radikal bir değişim olmadığı takdirde bu durumun derinleşeceği öngörülebilir.

2. Çatışma süreci, onca değişim ve reform söylemine rağmen, Kürt meselesi bağlamında devlet ve toplumun batı yakasının pek de değişmediğini gösterdi. Kürtlerin yüzyıllık kolektif hafızasında yer alan devlet şiddeti bir aylık bir zaman dilimi içerisinde tüm çıplaklığı ve ölçüsüzlüğüyle geri geldi. Üstelik bu devlet şiddetine dönük ülkenin batı yakasında bir toplumsal rızanın olduğu görüldü. Kürtlere yönelik ırkçı, ayrımcı ve zorba toplumsal yapı iki gün içerisinde batı yakasının birçok kentinde meydanlara indi. Tüm bu olanlar, gerçek anlamda bir barış için bir iki kuşağa ihtiyacımız olduğunu gösteriyor. Bugün bir siyasi çözüm olsa bile bir iki kuşak eşitliği ve adaleti deneyimlemeden sokaklara sirayet etmiş bir barışı kurmak mümkün olmayacaktır.

3. Önümüzdeki seçimlerde nasıl bir tablo ortaya çıkar bilinmez ama, Türkiye’deki siyasi yapının iki dinamik tarafından kurulacağı aşikar: Ankara ile bağları zayıflamış Kürtler ve batı yakasında yükselmiş Türk milliyetçiliği. Bu iki dinamik 1 Kasım sonrası sağ-milliyetçi hassasiyetler üzerinde kurulmuş bir hükümete doğru gittiğimizi gösteriyor. Tam da bundan dolayı, mevcut çatışmaların seçimden öteye dinamiklere dayandığı ve seçimler sonrası devam etme riski taşıdığı söylenebilir. Bu tabloyu değiştirecek bir seçenek olarak AK Parti-HDP ya da AK Parti-CHP koalisyonları akla gelse de, 7 Haziran sonrasının koalisyon görüşmeleri ve tartışmaları hatırlandığında bu ihtimalleri çok küçüktür. AK Parti büyük bir ihtimal iktidarını daha az paylaşmasına olanak tanıyacak ve zihni olarak yakın olduğu MHP’yi tercih edecektir.

5. HDP projesinin büyük bir darbe aldığı açık. Belki oy oranları bazında HDP gücünü koruyacaktır. Hatta tüm olanlara tepki olarak belki daha fazla seçmen tercihini HDP’den yana yapacaktır. Ancak, Kürtlerin çok-dilli, çok-dinli, çok-kültürlü; çoğulculuğu, eşitliği ve yerelliği esas alan bir toplumsal sözleşme ekseninde Türkiye toplumuna entegrasyonu anlamında HDP projesi büyük bir yara almıştır. Bu yaranın faturasını tek başına Kürtler değil, tüm Türkiye ödeyecektir.

6. Anaakım Kürt hareketinin toplumsal desteğinin daralacağı ve HDP’nin ciddi anlamda oy kaybetme riskinin olduğu da söylenebilir. Son yıllarda anaakım Kürt hareketine destek sunan kesimlerin genişlediği, dindar-muhafazakar ve orta-sınıf Kürtlerin, son çatışmalar sonrası AK Parti’ye dönmeseler de, HDP’den uzaklaşacağı öngörülebilir. Zira, bu kesimler için HDP projesinin kıymetli kılan en önemli dinamik barış süreci ve entegrasyonist söylem ve eylemlerdi. 7 Haziran seçimlerinde HDP İstanbul’da üçüncü parti olarak çıkmıştı ve Kürt Hareketinin ve aktörlerinin meşru bir aktör olarak sokakta kabulü geçmişte olmadığı kadar genişlemişti. Linçlerden sonra batıda yaşayan Kürtlere dönük “kendinizi koruyamıyorsanız topraklarınıza geri dönün” çağrıları dikkate alındığında, bu çatışmaların “en büyük kaybedeni” olan “entegre olmuş Kürtlerin” siyasete olan güveninin zayıflaması ve bir içe kapanma beklenebilir.

7. Cizre’ye yönelik “çoklu kapatma operasyonu” Kürtlerin kolektif hafızasına insanları derinden yaralayan birçok yeni hikaye ekledi. Bu hikayeler içerisinde “ben yaşlıyım, bana bir şey yapmazlar” diye dokuz günlük yasaktan sonra ekmek almak için sokağa çıkan ve infaz edilen 74 yaşındaki Mehmet Erdoğan amcanın hikayesine (link) dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Zira, Mehmet amcanın hikayesi, birçok şeyin yanı sıra,“öz-yönetim” meselesini de yeniden düşünmemiz gerektiğini gösteriyor. Öz-yönetimi “öznelerin kendini yönetmesi” olarak düşündüğümüzde, meselenin tek başına merkezi hükümetin yereller üzerindeki siyasi, idari ve mali vesayetinin kalkması ve yerellerin özerkleşmesi olmadığı görülür. Bununla beraber, yereldeki “öznenin” de özellikle sınıfsal açıdan çoğul olduğu, çatışan çıkarlara sahip farklı aktörleri barındırdığını görmek gerekir. Bu anlamda, öz-yönetimin, Mehmet amca gibi, 1990’lı yıllarda zorunlu göç sonrası yaşam alanlarını terk etmiş, kentlerin varoşlarında en temel insani şartlardan yoksun bir şekilde yaşayan yüz binlerin yönetim süreçlerine katılması; siyasi-kültürel haklar kadar, barınma, beslenme, eğitim, sağlık gibi temel haklara erişimini ve yerelliklerin inşasında özneleşmelerini mümkün kılacak bir dönüşüm süreci olarak düşünmek gerekir. Anaakım Kürt hareketinin toplumsal alandaki gücü ve etkinliği, özellikle de 1999 yılından bu yana süregelen ve bugün üçü büyükşehir olmak üzere 11 ilde devam eden “Kürt yerel yönetim deneyimi” dikkate alındığında, eleştirel bir tutumun gerektiği çok açık. Bu anlamda, öz-yönetim meselesinin, yerellerin merkez karşısında özerkleşmesi kadar, yereldeki çoklu-aktörler arasında iç-iktidar ilişkilerinin yeninden kurulumunu içerdiği ve farklı toplumsal gruplar arasında eşitliğin, adaletin ve toplumsal temsilin yeniden inşasını gerektirdiği söylenebilir.