Anoreksiya: Hiçbir Şey Yemek
Erdoğan Özmen

“Bir Açlık Sanatçısı” adlı anlatısında Kafka, bir kafesin içinde günlerce sürdürdüğü orucunu halka sergileyen bir sanatçıyı anlatır. Bariz bir haz eşliğinde icra edilen ve kırk günle sınırlı bir gösteridir bu. Bir zaman gelir, söz konusu açlık performansına insanların ilgisi azalır ve sanatçı sanatına devam etmek üzere çareyi bir sirke katılmakta bulur. Ancak insanların ilgisizliği ve kayıtsızlığı giderek artar ve en sonunda kafesinde bütünüyle unutulur. Diğer yandan bu, sanatçı için istediği kadar aç kalabilme fırsatı yaratan bir gelişme olur. Bir gün, açlık sanatçısının kafesi sirkin bekçilerinden birinin dikkatini çeker ve içinde sadece saman yığını bulunan bu boş yerin yeniden kullanılması gündeme gelir. O sırada içlerinden birisi açlık sanatçısını hatırlar, samanı eşelemeye başlarlar ve çürümüş saman yığınları arasındaki açlık sanatçısını bulurlar.

“Sopalarla samanı eşelediler ve içinde açlık sanatçısını buldular. “Hala açlıkta mısın” diye sordu bekçi. “Ne zaman bırakacaksın artık?” “Hepiniz affedin beni,” diye fısıldadı açlık sanatçısı; sadece, kulağını parmaklığa dayamış olan bekçi anlayabildi dediğini. “Elbet,” dedi bekçi ve parmağını alnına götürdü, personele açlık sanatçısının durumunu ima etmek üzere, “seni affediyoruz.” “Hiç durmadan, açlığıma hayranlık duymanızı istedim,” dedi açlık sanatçısı. “Hayranız zaten,” dedi bekçi, yakınlık göstermiş olmak için. “Ama hayran olmamalısınız,” dedi açlık sanatçısı. “Peki, öyleyse hayran da değiliz,” dedi bekçi, “niçin hayran olmayacakmışız ki?” “Çünkü aç kalmak zorundayım ben, başka türlü edemem,” dedi açlık sanatçısı. “Bakın hele,” dedi bekçi, “niye başka türlü edemezmişsin?” “Çünkü,” dedi açlık sanatçısı, ufacık başını biraz kaldırdı ve bir öpüş için büzülmüşe benzeyen dudaklarıyla bekçinin, bir hece bile kaybolmasın diye, tam kulağının içine konuştu: “Çünkü tadını sevdiğim yemeği bulamadım. Bulsaydım, inan bana, tantana yapmaz, tıkınırdım, senin gibi, herkes gibi.” Bunlar son sözleri oldu, ama kırgın gözlerinde açlığa devam edeceğinin artık gururlu olmasa da kesin kararı vardı daha.”

Açlık sanatçısının ifşaatında gördüğümüz şey, arzunun mantığının kusursuz tarifinden başka bir şey değildir. Asli/kökensel bir eksikle işaretlenmiş olan özne, bu eksiği kapatacak nesneyi asla bulamaz. Özneyi tatmin edecek uygun nesnenin (örneğin yiyecek) bu mutlak yokluğu, mütemadiyen bir nesneden diğerine zıplayıp durmamızın ve ama yine de tatmin olamayışımızın temel sebebidir.

Günümüzde yaygın olarak benimsenen görüşe göre, anoreksiya kadının mağduriyetini, kadının kurban pozisyonunu cisimleştiren mükemmel bir klinik durumdur. Baskıcı bir kadınlık tanımının ürünü olarak, kadınların kadınsı bir güzellik idealine ulaşmak üzere kendilerini açlığa zorlamalarının en has ifadesidir. Bu incelik ve ölçü ideali dönüp dolaşıp kadınları kontrol etmenin bir biçimi olur çıkar. Yani patriyarkal bir idealin içselleştirilmesi ve bu ideale uymak üzere bedene reva görülen eziyet. Bu görüşün ıskaladığı şey şudur: Anoreksik özne, kadınsı bir güzellik idealini canlandırmaya çalışıyor değildir yalnızca. İncelik arayışında o kadar ileriye gider ki, bir idealden ziyade bir bedene yerleşmeye, bir bedenle karşılaşmaya çalışıyor gibidir. Bir tür zahmetli yas çalışması aracılığıyla, Oidipus-öncesi, hadım edilmemiş bir beden arayışı, o bedene ağıttır sanki. 

Bu yüzden belki de şöyle formüle edilmelidir: Anoreksik yemeyi reddetmez; yemeyen birisi değildir, daha ziyade belirli bir hiçbir şeyi, bizzat eksiğin kendisini yiyen birisidir. Ölümcül açlığı, onu doyuracak herhangi bir yiyecek bulamadığı için değildir, tam aksine, tam da doyurucu/tatmin edici bir nesne bulduğu; yaşayan varlıktan ziyade arzulayan varlığı besleyecek bir yiyecek bulduğu içindir. Yeni bir elbisenin, yeni bir çantanın, yeni bir arabanın, yeni bir tatil beldesinin, yeni bir sevgilinin peşi sıra sürüp giden uzun yolculuğumuz (modern hayatlarımızın özeti değil mi bu: O fasılasız, yorucu ve bitmek bilmez yolculuk, sonra ölüm!), şuna dayanmıyor mu sonunda: Bu nesnelerin her biri, arzunun yöneldiği bu farklı nesneler bünyevi/hakiki bir cazibeye sahiptir. Oysa onların arzusunun asıl enerjisi/motoru çoktan hiçbir şeydedir. Her bir yeni nesnenin temsil etmeye çalıştığı ve ama bunda başarısız kaldığı hiçbir şeyde. Arzu nesneleri ancak bu sayede, imkansız kayıp nesneyi temsil etmeye, o boşluğu kapatmaya hamlettikleri ölçüde arzulanır kalmayı sürdürürler çünkü.

O halde, yani tahayyül dünyamızı kayıp nesnenin bir şeyde değil de, hiçbir şeyde bulunabilir olmasına göre yeniden kurmamızsa elzem olan, politik eylemimizin ufku ve çerçevesini yeniden, bir daha düşünmeliyiz. Bütün imkansızlığına rağmen kendi arzusunda ısrar etmeyi içeren bir politik eylemlilik olarak. 

Onlar, insafsız ve delice bir tutkuyla yeni yeni silahlar üretmeye, korkunç silah endüstrilerini tıkır tıkır işletmeye, savaş kararları vermeye, çocuklarımızı, gençlerimizi, kardeşlerimizi öldürmeye devam edecekler. Bizler, olanca aciliyeti ve hayatiyetiyle barış politikasında ısrar ve inat edenler ise, bunu, barış ve adalet arayışını aynı ölçek ve zemini esas alarak, tam orada, bir mütekabiliyet ölçüsüne göre, demek ki komünizm arzusundan asla vaz geçmeyerek yapmalıyız. Başka nasıl olacak ki zaten?