AKP ve Tarihî Determinizm
Murat Belge
Bundan önceki yazıma Kenan Somer’den bir örnekle başlamış, onu şimdilerde Etyen Mahçupyan’ın AKP ve Tayyip Erdoğan değerlendirmesine bağlamıştım. Şu günlerde seçim –olabilecekse– yaklaşıyor ama bu güncel konularda bir şey yazmak içimden gelmiyor. Onun için ben gene “tarihin saparak ilerlemesi” konusuna devam edeyim.

 

Bir kere, böyle mi durum, tarih saparak mı ilerliyor? Elimizde böyle bir imkân yok, ama, tarihî bir olayı kendisini harekete geçirmiş olan etkenlerle birlikte ele alıp ölçme, biçme imkânımız olsaydı, öyle tahmin ediyorum ki bir “sapma” falan görmeyecektik. Hangi etkenin kaç “gram” ağırlığı varsa, nihaî “tarihî olay” da işte o gramların itme gücüyle, geldiği yere gelmiş olur. Geçen yazıda özetlediğim, Engels’in “paralelkenar” metaforunda olduğu gibi.

Tarih bence saparak ilerlemiyor, ilerlemesi gerektiği gibi ilerliyor; ama saptığı görüntüsünü de veriyor. Neden böyle?

Bizim zihnimizin çalışmasında, olayları birbirine bağlamakta, “amaç” etkeninin önemli bir payı var. İnsanoğlu bilinçli bir varlık olduğu için bizim eylemlerimizde “amaç” var. Ama “tarih” dediğimiz şeyin bir amacı yok. “Tarihî zorunluluk” filan deriz de, bu “tarih”in kendisinin kararlaştırdığı bir zorunluluk değildir. Tarih kendi kendini yapmaz; tarih, bizim yaptıklarımızın toplamıdır.

“Tarih” diye genellediğimizde, tarihî maddeci olan ya da olmayan pek çok kimse “Evet, tarihte teleoloji olmaz” diyebilir ve yukarıda söylediklerime hak verebilir. Gene de, somut olaylar çerçevesinde düşünür, olayları anlamlandırırken, teleolojiden tam olarak kendini sıyıramamış olabilir.

Örneğin diyoruz ki “sosyalizm işçi sınıfına her bakımdan uyan, en iyi uyan toplumsal düzendir”. Falan ülkede, sözgelişi Rusya’da, sosyalistler devrim yapmış, bütün iktidarı ellerine almışlar. Doğal olarak, bunun “işçi sınıfı iktidarı” olduğunu söylüyorlar. Tarih yürüyor, ilerliyor; bakıyoruz, toplum bizim ne zamandır “sosyalizm” diye tanımladığımız bir biçimde yaşamıyor. Neden yaşamıyor? O yöne doğru adımlar atılmış, düzenlemeler yapılmış, kurumlar kurulmuş. Bunlar da var. Ama bütün bunlara rağmen “sosyalizm” dediğimiz şey, öyle bir toplumsal hayat biçimi yok. Kendimizi bir ikilemde buluyoruz: ya bütün bu tedbirlere rağmen sosyalizme ulaşamamışız; ya da ulaştık ve bu düzen sosyalizm ise, sosyalizm pek matah bir şey değilmiş meğer.

İşte o zaman “tarih saparak ilerler” diye bir ihtimal aklımıza geliyor. Bu, hangi “özne”ye bakıyorsak, onun yaptıklarını da “mazur” gösteriyor. Koskoca Tarih saparak ilerlediğine göre, Proletarya ne yapsın, Sosyalist Parti ne yapsın? Biraz sabır, beyler; birkaç sapma daha olabilir, ama sonunda oraya varacağız.

Sosyalizm olsun diye “Kulak”ları temizledik, örneğin. Sosyalizme engel olmaya çalışanları da temizledik; çalışacaklar olacağını önceden düşünme ferasetini gösterip ÇEKA’yı da kurduk. Daha ne yapalım?

Belki bütün bunları yaptığın için şimdi kitaplarda okuduğumuz o “sosyalizm”le ilgisi olmayan bu noktaya geldin.

Kenan Somer’le bu konuyu sosyalizm üstünden tartışırdık. Etyen Mahçupyan’la AKP üstünden tartışmak gerekiyor. Ama sorun aynı sorun: Tarihi şöyle şöyle şekillendirecek bir özneden söz ediyoruz. Varacak hedef, burada, Türkiye’nin demokratikleşmesi. Yakın zamana kadar Türkiye’yi yönetmiş olanların böyle bir niyeti yoktu (onların tarihinin de saparak ilerlediğini düşünebiliriz belki). Dolayısıyla bu misyonun gerçekleştirilmesi onların en fazla dışladığı Müslüman halka ve onların siyasî temsilcilerine kaldı. AKP de, “millî görüş” siyaseti içinden, böyle bir misyonla doğdu.

Benim de, epey bir zaman, AKP’nin demokrasiye katkıları olduğu yolunda bir izlenimim vardı. Ama partinin ya da önderinin özellikle Gezi direnişiyle girdiği yeni yol, takındığı tavır, seçtiği dil, bu izlenimi değiştirdi.

“Kendine saray yaptırdı, orada 'lüküs hayat’ yaşıyor” türünden ucuz popülizmle işim yok ama o sarayda kurmaya çalıştığı “paralel” yönetim mekanizmasının, bu projenin içerdiği “merkezileşme” potansiyelinin Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde demokratikleşme getirmeyeceğini biliyorum.

Aktrol örgütleyerek, Osmanlı Ocağı kurarak, gazete basarak, gazeteci döverek düşünce özgürlüğü sağlanmayacağını biliyorum. Önderin söylediklerini papağan gibi ve en yüksek perdeden tekrarlayarak “nitelikli düşünce”ye varılmayacağını biliyorum.

Hakkında yolsuzluk iddiası bulunan bakanları koruma altına alarak, çok ciddi boyutlarda bilgi toplamış, toplanmasına yardımcı olmuş memurları, polisleri veya savcıları dağıtarak demokrasiye katkıda bulunulmayacağını biliyorum.

Savcı ve yargıçları kendine bağlamanın, demokrasinin temel, vazgeçilmez kurumlarından “Kuvvetler Ayrılığı”nı yerle bir edeceğinden şüphem yok.

“Barış Süreci”nden yüzgeri edip şu şimdiki “Kürt politikası”nı başlatmanın çok kötü sonuçlar yaratacağını görebiliyorum.

Bunları ve burada sayamadığım birçok benzeri yaparak varacağımız yerin demokrasiyle ilgisi yoktur. Nasıl ÇEKA (ve sonra KGB) kurarak sosyalizme varılmıyor, kötü bir polis devletine varılıyorsa, bu gibi eylemlerin bizi herhangi bir sapma olmaksızın götüreceği yer de bellidir. Tayyip Erdoğan’ın “yerli ve millî” polis devletinden başka bir yer değildir orası.