10 Ekim'den Sonra Seçim
Barış Özkul

10 Ekim Katliamı’nın mesajı HDP’nin metropollerdeki seçmenine yönelikti: 7 Haziran’da verdiğiniz oyu geri almazsanız çatışma ve iç savaş Kürdistan’la sınırlı kalmaz, Türkiye’ye sıçrar. Patlamanın miting meydanında değil garda olması da bir tesadüf değil. Okul, gar, hastane... Sadece siyasi örgütlerin değil “ahali”nin, orta yolculuğun da sinir uçlarına dokunabilecek yerler.

Patlamanın failleri IŞİD’li olabilir. IŞİD, Kobane’nin intikamını almak istemiş olabilir. Bunlar mümkündür. Ama 7 Haziran’dan sonra ülkeyi kin ve nefret buhranına sürükleyen kişi belli olduğu için toplum bu kez “kim yaptı?” sorusundan çok “neden yaptın?” sorusuyla ilgilendi, buna cevap aradı. Korkunun hâkim olduğu konjonktürlerde olgular ile siyasal refleksler arasındaki tutarlılık, insicam ortadan kalkar.

Türkiye tarihinde siyasî kimliklerin bu kadar kesifleştiği-kutuplaştığı, bir arada var olma “bilinci”nin bu kadar zayıfladığı çok az dönem vardır. Bunlardan birisi, 12 Eylül öncesiydi. Cuntaya cılız bir tepki gösterilmesinin tek nedeni sağ-muhafazakârlığın toplumun dokularına işlemiş olması değildi. 12 Eylül öncesinin yarattığı yılgınlığın da payı vardı.

Bugün de benzer bir toplumsal psikolojiyle karşı karşıyayız. AKP’ye oy veren -muhtemelen 1 Kasım seçiminde de vermeye devam edecek olan- yüzde 40’lık kesimin yüzde 20’si Tayyip Erdoğan’a bir otorite-lider figürü olarak bağlı olabilir. Erdoğan, bu kesimin korkularına, içgüdülerine, öfke ve kırgınlıklarına hitap edebiliyor. O korkuların henüz enikonu hesaplaşılmamış tarihsel nedenleri de var. AKP medyasının uzun süredir “beyaz Türk” tiplemesini kurcalaması da bu korkuyu bir kenetlenme vesilesi olarak diri tutma arzusundan besleniyor.

Ama Ankara Katliamı gibi olaylar yüzde 20’lik diğer kesimin korku eşiğinin çok üstünde. Bu kesim Erdoğan’a daha pragmatik gerekçelerle bağlı ve merkez sağda elle tutulur bir alternatif ortaya çıktığı anda AKP’den uzaklaşmaya hazır. O alternatif, bugünlerde anlatıldığı gibi Abdullah Gül olamaz. Gül’ün Erdoğan’la açıktan mücadeleyi göze alamayacak karakterde bir politikacı olmasının yanısıra merkez sağın geleneksel kaypaklığına, tüccar mizacına uymayan bir tarafı da var: Daha entelektüel, dolayısıyla daha dogmatik.

***

Anket şirketlerinin ölçümlerine bakılırsa, nizami bir seçim olduğu takdirde 7 Haziran’daki tablo 1 Kasım’da değişmeyecek. Ama anketler çoğu zaman toplumun dip dalgalarına, yapısal eğilimlerine değil kısa vadeli hakikatlerine işaret ederler. 

Dolayısıyla AKP’nin 1 Kasım’da yüzde 40’ı koruması -hatta bunun birkaç puan üstüne çıkması- bir konsolidasyon işareti olarak değil merkez sağdaki alternatifsizlikten ileri gelen bir çaresizlik olarak okunmalıdır. AKP’nin Gezi’yle başlayan meşruiyet kaybı önümüzdeki dönemde hızlanarak devam edecek ve bu parti büyük ihtimalle ANAP’ın akıbetine uğrayacaktır -tabii Türkiye kadar muhafazakâr bir toplumda bunun akşamdan sabaha olması beklenemez.

Kötü gidişin başlıca sorumlusunun Tayyip Erdoğan olduğu çokça söylendi. Bunu söylemek, sosyolojik-nesnel açıklama ölçütlerinden uzaklaşıp fetiş bir kötü adam imgesi yaratmak anlamına gelmiyor. Tarih bazen bir kum saati gibi imbikten geçerek bireysel karakterlerde billurlaşır; Erdoğan’ın ve Demirtaş’ın bugün siyaset sahnesinde kapladıkları yer de biraz böyle.

Öte yandan Tayyip Erdoğan’ın ne olduğunu anlatırken, İslâmî kesime veya İslâmiyet’e kızmak, kahretmek yerine Müslümanlara Tayyip Erdoğan’a mecbur olmadıklarını anlatmak gerekir. Toplum olma ve bir arada yaşama vasfımızı yeniden kazanmak istiyorsak bu ilkesel tavrı sahiplenmekten başka seçeneğimiz yok.

HDP’nin ve Selahattin Demirtaş’ın 7 Haziran’dan önce Kürdistan’da yürüttükleri seçim kampanyası tam da bu tavrı esas almıştı. Kürt halkının dibinde günaşırı zehrini akıtan IŞİD’in varlığına rağmen Demirtaş meseleyi genel bir İslâm tartışmasına çevirmedi. Erdoğan’ın “bunların Kâbe’si Taksim” yollu çarpıtmalarına Kürdistan’ın sosyolojisini ve Müslümanların hassasiyetlerini gözeten, doğru bir üslûpla karşılık verdi.

Bu tavır bir İslâm güzellemesi veya popülizm değildir. Toplumun hâlihazırda en acil ve temel sıkıntısını doğru teşhis etmekten kaynaklanan bir siyasi ferasettir. HDP’yi ortadan kaldırma yolunda her türlü hukuksuzluğu-yetki aşımını göze alan ara rejimin önderinin siyasi yazgısı toplumu bütün hücrelerine kadar esir alan nefret ideolojisini daha ne kadar sürdürebileceğine bağlı olarak belirlenecek. Bu süreyi kısaltmak, HDP’nin eşitlik ve barış talebini 1 Kasım'da toplumun bütün kesimlerinin sahipleneceği şekilde yukarıya taşımakla mümkün olabilir.