"Yalnızlık Devlete Mahsustur!"
Meral Akbaş
Bir televizyon muhabiri bağırıyordu boş bir evin avlusuna: “Kimse var mı?” Cevap olarak duyulan, bomboş sokaklarda yankılanan o kocaman sessizlikten utandığından falan değil de sorusu kendisine de bir acayip göründüğünden herhalde, açıklama gereği duydu seyircisine: “Belki içeride rehin alınmış biri olabilir!” Öyle ya, müthiş bir habercilik örneği sergileyebilir; silahlı, yüzü maskeli o kadar polisin, askerin ortasında, onların tüm vahşetinden kurtulan, hâlâ nefes alan birini ortaya çıkararak kahraman olabilirdi. Yok ama, o biliyordu! O, daha önce yokmuş ve hiç yaşanmıyormuş gibi, insanlar, küçücük çocuklar, kadınlar aç susuz kalmıyor, öldürülmüyor, hasta olan yakınını hastaneye yetiştiremediği için canına kıymıyormuş gibi mesleğini icra etmeye devam ederken, şimdi artık davet edildiği ve az sonra da “kahraman türk askerleri ve polisleri”nin okullara, evlere açtığı kurşun ve bomba deliklerinin ardından boş ve artık “emniyetli” sokakları haber vereceği, kedileri okşayan [yani kedileri bile okşayan, yani demek ki o kadar iyi, o kadar iyiliksever, o kadar hassas] polislerin fotoğrafını çekmeyi de ihmal etmeyeceği bu yerde, Silvan’da insanların öldürüldüğünü, henüz hayatı elinden alınmamış olanların sığındıkları yerlerde nasıl bin zahmetle, aç ve susuz, ve her an kapının kurşunlanacağı, duvarların bombalanacağı korkusuyla nefes aldığını, çoğu Silvanlının yanlarına en ufak bir şey almadan yaşadığı sokakları, evleri terk edip gittiğini biliyordu.

Evet, biliyordu! O, bağırdığı yerde kimsenin olmadığını ve zaten olamayacağını, varsa da oraya sığınan birisi ses vermeyeceğini, çünkü ses verirse içerideki, sesini duyarsa eğer birinin kendisinin o kamerayı hemen kapatmak zorunda kalacağını, orada, sokakta bulunanın rehine muamelesi görmeyeceğini, hemen öldürüleceğini çok iyi biliyordu! Kimsenin sesini duymayacağını, çünkü çekim yaptığı sokakların bomboş olduğunu bilmenin verdiği güvenle “kimse var mı?” diye bağırırken o televizyon habercisi, bir insan avının da parçası oluvermişti. Birini bulması ve sonra bulduğunu, kadraja da dahil edilerek az ötede durdukları gösterilen askerlere, polislere teslim etmesi gerekmiyordu “görev”ini tamamlamak için; sadece sorduğu bir soru yetiyordu onu bir kıyımın parçası yapmaya... Çünkü, bir hayat izi bulmak, bir soluk, bir nefes duymak için depremde yıkılmış evlerin ardına, karanlığa, toprağın altına defalarca sorulan bir soru, bu defa bambaşka bir anlamla, canlı herhangi bir şeyin yokluğunu güvenceye almak için soruluyordu. Sokaklarda kimse olmadığında, kimsenin sesi duyulmadığında zaten, o haberci oradaydı! Bir halkın yerinden yurdundan, kendi sokaklarından, evlerinden edilmişliğinin boşluğunu, sessizliğini çekmek için... Bu bomboşluk, bu sessizlik, “güven” ve “emniyet”in sağlandığına, devletin varlığına işaretti; devlet, geldiği yeri böyle yakarak, yıkarak, delik deşik ederek çıplak bırakan bir şeydi! Bu çıplaklığın ortasında “kimse var mı?” sorusuna cevap verecek tek şey, yine devletin kendisiydi: “T.C Burda... PÖH [polis özel harekat] JÖH [jandarma özel harekat] TEM [terörle mücadele] BURDA...”

Silvan’da bir devlet gösterisi olarak kameralara konuşan bu duvar yazıları, taşıdıkları tüm ırkçı, faşizan, kolonyalist, cinsiyetçi anlamlarla beraber devletin kendi kendini nasıl tariflediğini işaret etmektedir. Türkiye devleti kendini, kendi varlığını ancak şiddetle, ölümle yarattığı bir boş alan üzerinde tanımlayabilmektedir. Sokaklara “kimse var mı?” diye sorup kendi sesinden başka bir şey duymadığında ve bu duymadığını görünür bilinir yaptığında ancak, kendi varlığından emin olmaktadır. Bir merdiven aralığına yazıldığı üzere her daim “yalnızlığın devlete mahsusluğu” da böyle bir şey olsa gerektir; devlet, varlığını kendi yokluğunun altını çizerek, yok olduğu yerlere ancak yok ederek vardığını ilan ederek sağlamlaştırır: “Devlet Geldi... T.C Burda... Devlet Her Yerde...”



Silvan duvarlarına yazılan tüm her şey, kendi varlığını halka söyletemediğinden, var olduğunu ancak kendi yarattığı bir sessizlikte, cevapsız kalan “kimse var mı?” sorularıyla onaylatabilen bir devletin yine de kamusal olarak sergileyeceği bir şeylere ihtiyaç duymasındandır. Bu sebeple, mesela, Silvan’daki abluka kaldırıldığında sokağa çıkan insanlara yönelen kameralara konuşanların yarıda kesilen cümleleri, kısılıveren ve dolayısıyla artık anlaşılmayan sözleri, asker ve polislerin görevlerini nasıl da “başarı”yla tamamladıklarını, insanların artık “normal hayat”a döndüğünü anlatan bir alt-metinle yeniden seslendirilip montajlanır ve televizyonlarda gösterilir. Şiddetle yaratılan boşluğun bir de o boşluğu meşrulaştıran bir sesi olmalıdır: “T.C NE DERSE ODUR”.

“Devlet Geldi” diyerek gelenler, “bulutlardan uzak, devlete yakın!” yerlere yazdıklarının başında bir de silahla nöbete duranlar [1], ne denirse olmadığını, olmayacağını Silvan’dan giderken bir kez daha görmüştür herhalde [2]. Boş sokaklara, avlulara “kimse var mı?” diye seslenerek rehine arayıp da bulamayanlara, kendi evlerinde rehin alınanların cevabı nasıl da kesin ve açıktı: “Halk burada!”...

Çünkü isyan, ancak halka mahsus olduğundan...


[1] Duvar yazıları, biraz da “ruh”ları gereği, bugün var ve yarın yoktur. Duvara yazı yazan, yazdığının silinebileceğini, en iyi ihtimalle de başka birinin yazdığıyla örtülebileceğini bilir de öyle yazar yazısını. Kendi “ruh”una zaten uygun olmayan bir iş yaparak duvara yazı yazan devletin yazdığını silahla beklemesi de sanırım bu bilgiden, duvardaki varlığının yokluğuyla her an yer değiştirebileceğini bilmesinden ileri gelmektedir.

[2] Silvan halkından ‘asker uğurlaması’: “Öldürdüğünüz halk sizi böyle korur”; bkz. https://www.youtube.com/watch?v=4GT8O8mHf40