Yorgunluk
Derviş Aydın Akkoç
Azıcık korunaklı bir yere bir türlü yerleşememek, sağanak yağmurlar boşalırken üstelik, dünyada kendine herhangi bir saçak altı bulamamak, tarifsizce ıslanmak, üşümek; üşürken sessizce kederlenmek, ama yine de bir yer aramak, kımıldamak, bıkmamak, hatta belki de onca zahmetten sonra nihayet bir yer buldum demek, birazcık ferahlamak, ama neden sonra bu ferahlıktan da vazgeçmek, huzura kaş çatmak, neden ferahladım diye kendini suçlayıp aşağılamak, kalkıp yeniden yollara düzelmek, sendeleyerek de olsa adımlamak, adımlarken gerisin geri bakmak, tabanlar tuzdan yarılmış olsa da yürümekte ısrar etmek; boyuna acı çekmek, acıyı artırmak için bu kez daha ıssız ve sarp yollara vurmak, son meteliğe kadar varını yoğunu hayatın kumar masasına sürmek, tutkuların ve arzuların labirentinde kaybolmayı göze almak, ruhun karanlık dehlizlerine fenersiz inmek, varlığın sınır boylarını kat etmek, uçurum kıyılarında dolanmak, aşağı bakarken çıldırasıya korkmak, sona doğru yaklaşmak, ölümü hissetmek, derken birdenbire yukarı bakmak, güneşi alnında duymak, sonra baştan ayağa kuvvetlenmek, testileri kırıp yeryüzünü terk etmek, tam da eşyanın ağırlığından, zamanın kısıtlarından, çağların paldır küldür akışından, oluş nehrinin tatlı dalgalarından, insanın çaresizliklerinden –ölüm ve hayat ikiliğinden- kurtuldum derken, aniden ve şiddetle dünyaya yeniden çarpmak, ama bir türlü ölmemek, hep hayatta kalmak, zerrelerinden yeniden toparlanmak, tüm bunlar olurken kabul görmüş olanı, yani ahlak haline gelmiş olanı elinin tersiyle itmek, kanılara boş verip mevcut “değerlerle” çarpışmak, varoluşun anlamını aramaktan vazgeçmemek, ama en küçük bir anlam kırıntısında dahi hep kabahatli çıkmak, hatta insan olmaktan tiksinmek, çarçur edilmiş bir sevgiyle hayattan umudu kesmek, fakat bir çocuğun döktüğü tek damla gözyaşında hayatın bütün günahlarını affetmek, her an bir mucizeye uyanmak, kendi duvarlarına sel suları gibi vuran, giderek kabaran yepyeni ve canlı bir sevgiye gebe kalmak, ama doğuramamak, tıkanmak; gırtlağa oturmuş heveslere, teni kasıp kavuran şehvetlere, kar taneleri gibi uçuşan düşüncelere çehre kazandırmak, kabından taşmak ve duvarları geride bırakmak için hayal gücünden, fantastik ve mistik olandan, sonsuzluk duygusundan medet ummak, yeniden kanatlanmak için bilenmiş zekâyı devreye sokmak, müdanasızca günahkârlığa belenmek, çekilen acıları kafi görmemek, “acı her şeyi temizler,” fikrisabitiyle bile isteye çileye yatmak, deliliğin sınırlarında çakılı kalırken, çareyi insandan daha üstün bir varlığa boyun eğmekte bulmak, inancın ılık sularında gevşeyecekken “insan için önünde eğileceği bir şey bulmaktan daha devamlı ve azap verici bir korku yoktur,” diyerek acı makamından azap makamına geçmek, azap ateşinde küllenirken bu boyun eğişi derhal bir yenilgi olarak görmek, yenilgiyi alt etmek, Tanrı’ya onu yok sayarak karşı çıkmak için eldeki saklı kozları öne sürmek, yeniden inkâr şerbetinden içmek, her inkârla Tanrı’ya daha da yaklaşmak, her kabulle ondan daha da uzağa düşmek, güçten kesilmek, hakikati daha fazla taşıyamamak, yine sırt üstü yuvarlanmak, kırılamayan kâbusvari bir döngüye mahkûm edilmiş olmak; iman ve imansızlık arasında, inkâr ve kabul arasında, inanç ve inançsızlık arasında, paslı bir çengelde ve ağır ağır, sağa sola sallanarak asılı kalmak, kanamalara, delik deşik edilmişliklere rağmen imana da imansızlığa da demir atamamak, imanın da küfrün de dışında bir âleme tozuyarak savrulmak: Evet, Dostoyevski’den, onun savrulmalarla yüklü dünyasından söz ediyorum... 

***
Dostoyevski pek az insanın altına gireceği korkunç bir ağırlığı, insan olmanın yarattığı varoluş sancılarını taşır omuzlarında. Herkes için ve hiç kimse içindir bu külfet. Bu yükü taşırken bedeninin ve ruhunun ne ölçüde yorulabileceğini Sibirya’da mahkûm iken çekilen şu fotoğraftan daha iyi resmedebilecek bir şey yok galiba. Nasıl bir yorgunluk bu diye dehşete kapılmamak mümkün değil! Paçavralar içinde, zayıflamış bir beden, saç sakal birbirine karışmış, kemikleri dışarı fırlamış parmaklar ve dalıp gitmiş o deruni bakışlar: Dünya cehenneminde yaralı bir peygamber gibi adeta, suskun, kederli, umutsuz, çaresiz, terk edilmiş...