Satranç Maçını Tavlayla Karıştırmak
Ömer Laçiner
Devletler ve iktidara aday partilerin üst yönetimleri düzeyindeki siyaseti, siyasal mücadeleleri satranç metaforu ile açıklamak hayli geçerli bir tarzdır. Fakat, bu tarzı kullananların işi özellikle son yıllarda bir hayli zorlaştı. İlle de bu tarzı uygulayacağım diyenler bunu ortada istisnai bir oyuncu (AKP iktidarı ve Bay Erdoğan) olduğunu varsayarak yapabilirler ancak. O istisnai oyuncunun hamlelerinin satrancın normal kurallarına ve mantığına uygun olmak zorunda olmadığını kabul etmiş olmalıdırlar ilkin. Örneğin o “oyuncu”nun şahına “kış” dendiğinde rakibin o tehdit eden aleti oyun haricine –geçici veya temelli olarak– atılabilir; oyuncu hangi aletini nasıl isterse öyle hareket ettirebilir; rakip oyuncunun taşlarının normal hamleleri kısıtlanabilir vb.

Bu durumda ortadaki oyuna satranç demek ya da böylece pozisyon üstünlüğü sağlayanı “oyun kurucu” diye nitelemek ne ölçüde mümkündür? Eğer, üst düzey siyaset alanında Bay Erdoğan’ın, partisi ve hükümetinin herhangi bir durumda genel pozisyonuna, elindeki kozlarının normal kullanılışına bakarak nasıl bir hamle yapacağını kestirmeye kalkışırsanız yanılacağınız kesin gibidir. Çünkü bu istisnai oyuncu, durumuna ve elindeki kozların normal hareketine bakıp ancak ne yapabilirim sorusu ile düşünmüyor. Neyi istediğini saptıyor ve bu isteğin yerine gelmesi için hangi kozu nasıl hareket ettirmesi gerekiyorsa –satranç kuralları içinde öyle bir hareket olmasa dahi– öyle “oynatıp” istediğini yapmış oluyor.

Türkiye “iç siyaset”inde vaziyet ve gidişat manzarası aşağı yukarı böyle de; iş “dış siyaset”e gelince bu AKP’ye uyarlanmış satranç metaforunun da işi bitiyor mecburen. İyi de; Bay Erdoğan ve hükümeti, satranç metaforunun en fazla geçerli sayıldığı o uluslararası siyaset düzeyinde satrancın normal kurallarının ve mantığının gereklerini yerine getiriyor mu acaba?

Burada kuralları keyfimce değiştirir, taşlarıma canımın çektiği hamleyi yaptırtırım demesi söz konusu bile olamayacağına göre; değerlendirme ancak onun dış politikasının satranç mantığına uygunluk derecesine bakılarak yapılabilir. Bunu yaptığımızda ise ortada bir satranç oyuncusu değil; olsa olsa bir tavla oyuncusu gibi davranan biri olduğu hükmüne varıyoruz ister istemez. AKP ve Erdoğan hükümetinin dış politikalarının “mantığı”nı ancak tavla oyunu metaforu ile açıklayabiliriz gibi geliyor bana. Ve öyle sanıyorum ki; bu politikaları Türkiye dışından izleyenler de Erdoğan ve hükümetinin hamlelerini satranç mantığı içinde yorumlamayı epeydir bıraktılar. Kötü satranççı mı diyorlar yoksa şaşkınlık ve kızgınlıkla “ne yapıyor bunlar” mı diyorlar bilemem; ama eğer tavla oyunundan ve bu oyuna has ihtimal hesabından, “ya tutarsa” mantığından haberdar iseler, daha gerçeğe yakın yargılara varabileceklerini söyleyebilirim. Şahsen, şu en son “Rus uçağını düşürme” işinden sonra zihnimdeki hemen bütün tereddütler silindi ve Erdoğan ile hükümetinin ülke dış politikasını bir tavla oyuncusu yaklaşımı ile yürüttüklerine tamamen ikna oldum.

Yalnız bir noktayı da belirtmek gerek. Malum; Erdoğan ve hükümetinin bir tavla oyununa bakar gibi baktıkları “dış politika”da “oyun tahtası”nın asıl, büyük bölümü dışarda ve “zarlar” da orada atılıyor. Dolayısıyla dışardan bakanlar Erdoğan ve ekibinin attığı zar neyse onu görüyor, ona göre oynamak zorunda olduğunu da biliyorlar. Bay Erdoğan ve ekibi ise, içeriye, özellikle de etrafındaki destek halkasına attığı zarı gelmesini istediği zar neyse o olarak söylüyor. O nedenle de aynı oyuna dışardan bakanlar Türkiye devletinin üç pulunun altı kapıya mahkûm olduğunu, oyunu kazanmanın mümkün olmadığını söylerken; içerdeki yandaşların ise aksine “rakip kendi alanında sıkıştı, mars olmalarını bekleyin” demeleri gibi “tuhaf” durumlarla sık sık karşılaşıyoruz.

Elbette hükümetimiz bu gibi durumlarda “yahu siz attığımız zar düşeş geldi diyorsunuz ama dışardakiler ya gele attı ya da iki bir diyorlar” diyen muhaliflerini “dışarının ağzıyla konuşmak”la itham etmekten vatan haini ilan etmeye kadar uzanan bir hatta saldırmaktan da geri durmuyor.

“Dışarısı” bu acayip manzarayı görmüyor değildi ama Türkiye –üvey statüsünde de olsa– “Batı ittifakı ailesi” içinde addedildiği için pek ses edilmiyor; olay “aile içinde” ise “ne de olsa kökeni Doğulu” istihzasıyla karşılanabiliyordu. Ayrıca “aileden biri” olarak Türkiye’nin Erdoğan hükümeti üzerinden birlikte “iş tuttukları” durumlarda örneğin “Arap Baharı” günlerinde, Erdoğan hükümetinin bu ülkelere ilişkin politikalarını Türkiye toplumuna gayet iddialı sözlerle yansıtmasına ses etmemekle birlikte; “sahada” onu kontrpiyede bırakacak hamleler yapmayı da ihmal etmiyorlardı. Nitekim “Bahar”, en azından Mısır, Libya ve Suriye’de kışa döndüğünde “Batı ittifakı ailesi” fazla kârlı çıkmadıysa bile zarar etmiş de sayılmazdı. Ama buna mukabil Türkiye, Libya “pazarı”ndan sürülmüş, Mısır ile ilişkileri kopmuş, Suriye’de ise Suudi Arabistan-Katar cephesinin eklentisi derekesine düşmüştü. Dışardan ve elbette Batı ittifakı ve Rusya tarafından da bu sonuç, tantana ile ilan edilen “Yeni Osmanlılık” hülyalarının boşa çıkmasının yanı sıra Erdoğan-Davutoğlu Türkiyesi’nin dış politikasının iflası, hezimeti olarak görülüyordu. Ama T.C. devletini yöneten “tavlacı” zihniyet içeriye Mısır, Libya ve Suriye’de attığı zarların hep yek geldiğini göre göre içeriye düşeş kadar değerli olduğunu söyleyebilmekteydi.

“Batı ittifakı” bu ütülmüş tavlacı heyheylenmelerine itiraz gereği duymamış olabilir. Ama Erdoğan hükümetinin içeride tutturduğu o tavlacı hesabını kendisine uygulamaya kalkmasını –diplomatik adap gereği açıkça dillendirmesi bile– habis bir kurnazlık numarası ve haddini bilmezlik diye karşılayacaktır. “Rus uçağı düşürme” olayının tam da böyle algılandığının açık işaretlerini çok geçmeden göreceğiz de.

Uluslararası ilişkilere satranç mantığından bakanlar, Türkiye –Erdoğan– hükümetinin böylesi riskli bir hamle yapmasının herhangi bir rasyonel hesaba dayanıyor olamayacağında neredeyse hemfikir. Öncelikle Rusya bir uçağı düşürüldü diye Suriye’deki operasyonlarını azaltmaz, aksine yoğunlaştırır. Bu, biliniyor. Dolayısıyla Rusya ile tek başına savaşı göze alamayacağına ve 10 küsur saniyelik bir hudut ihlali bu riske değmeyeceğine göre Erdoğan hükümeti nasıl bir hesaba dayanarak bunu yapmış olabilir sorusunun reel-politik satrancında makul bir cevabı da olamaz zaten. Geriye bir tek “Rusya, arkamızda NATO olduğu için ne savaş nedeni sayar bunu; ne de fazla ileriye gidebilir; içerde ‘Rus uçağı düşürmek’ten dolayı horozlanmanın kazancı elde kalır” gibisinden bir “hesap” kalıyor görünüyor ise de bunun aşırı riskli bir “hesap” olduğu gayet açık. Benzeri bir hesap da “Batı ittifakı” ile Rusya-İran cephesinin Suriye’de iç savaşı bitirmek ve “çözüm” konusunu önümüzdeki aylar içinde nihai sonuca vardırmaya kararlı görünmeleri karşısında Türkiye’nin bu konuda pek de dikkate alınmamasına duyulan tepkiden hareketle kurgulanabilir. Türkiye’deki hükümet, NATO’nun da ittifak gereği bulaşmak zorunda kalacağı bu Rusya ile tehlikeli bir gerilim ortamı yaratarak hem kesin müzakere tarihinin epeyce ötelenmesini sağlar hem de “çözüm masası”nda figüran olarak değil, aktörlerden biri olma talebini duyurmuş olarak bulunur, diye de bir senaryo yazılabilir.

Ancak bu türden hesapların dış politika satrancının mantığına uyarlanabilmesi için zorunlu bir ögesi eksik. Çünkü Türkiye’deki hükümetin, NATO’nun ister istemez dahil olacağı bu senaryolardan birini “işletebilmesi” için en azından NATO bünyesindeki bir iki ülkenin onayı ile hareket ediyor olması gerekir. Oysa açıkça görüldü ki; Türkiye’nin uçak düşürme hamlesi o ülkelerin tamamı tarafından kötü bir sürpriz, bir emrivaki olarak karşılandı. Türkiye’nin Rusya ile savaş ihtimalinin kıyısında dolaşan böylesine riskli bir hamleyi kimseye danışmadan ve haber vermeden yapmış olmasına duyulan şaşkınlık ve öfke, diplomatik dilin kalın örtüsü altından hissedilebiliyordu nitekim. O nedenle arabuluculuk zahmetine bile girmeksizin Rusya’ya itidal, Türkiye’ye de “aranızı düzeltin” tavsiyesiyle yetinip, geriye çekildiler. T.C. hükümetinin “Rus uçağı olduğunu bilmiyorduk ki” yollu alçak profilli tevillerle “büyük dostumuz Rusya” yağlamaları ile olayı “zararsız” kapatmaya çabalaması da bu yüzden.

Ama görünen odur ki, Rusya, reel politikanın “anavatanı” olan uluslararası ilişkiler alanında “büyük güç”ler tarafından geçerli kılınan satranç mantığından tavlacı yaklaşımıyla “iş çıkarmak” isteyen Türkiye-Erdoğan hükümetine “ödettirmeden” bu konuyu kapatmayacak. Rusya-Türkiye ilişkilerindeki gerilim de o nedenle önümüzdeki aylar boyunca azalmayacak ve belki de artacak. Umarız, mevcut dünya ve bölge konjonktüründe satranççı bir aklın hamlesi olamayacak kadar sakil “Rus uçağı düşürme” hamlesini, “bakarsın düşeş gelir, NATO arkamda durur, Rusya pısar, Suriye masasına keyifle kurulurum” beklentisi ile zar atar gibi yapmış olan Erdoğan hükümetinin, aslında hep yek olan zarının faturası fazla ağır olmaz.