Haksızlıklar hiyerarşisinin en korkunç basamağını “evsizler”in trajedisi oluşturur: Eksilmeleri, yani ölmeleri pek bir önem teşkil etmeyen, çoğalmaları ise kaygı uyandıran evsizler. Manevi ve metafizik manada değil, somut ve gerçek manada bir evsizliktir bu. “Dünyaya fırlatılanlar,” esas olarak bu insanlardır; gerisi felsefenin, dini söylemlerin ve sosyolojinin gevezelikleridir...
İnsanın en temel ve basit gereksinimlerinin bile bu denli zorlaştığı bir varoluşu devam ettirmek, başlı başına bir mucize olsa gerek. İşsiz güçsüzdürler, çalışmayla araları açıktır, kimse de iş vermez zaten, bir meslek olarak dilencilik yapmaları da nadirdir, aylaklığın cezasını türlü darbelerle öderler. Duygularından, tutkularından geriye de bir enkaz kalmıştır. Yorgunluktan ifadesiz düşmüşlerdir. Hınç, öfke, umut –bir daha geri dönmemek üzere- çekilmiştir sanki suretlerinden ya da belki de çok diplere çökmüştür bu tür duygular. Ağır ağır, yalpalayarak adımlarlar kentin kıvrımlarında, bakışları donuktur, zombiden farksızdırlar. Kılıksızdırlar tabii; tırnaklar kirli uzun, dişler sarı çürük, dudaklar iltihaplı yeşil, parmaklar morarmış zayıf, saçlar kirli yapışkan…
İnsan olmanın sınırlarından aşağıya yuvarlandıkları için acıma yahut “merhamet” nesnesi dahi olamazlar. Hayaletimsi varlıkları ile acıma değil, tiksinti, korku ve tedirginlik yaratırlar. Hep “bakış” altında yaşamak zorundadırlar. “Normal” insanların, önünde sonunda “gidecek bir yeri olan insanların” delici kıyıcı bakışları birer kamçı gibi iner sırtlarına. Her bakışta hesapsızca küçülürler, hırçınlaşmış öfkelerini bastırır, bir sürüngen gibi sıvışmak, olay mahallinden –bulundukları her yer olası bir olay mahallidir– kaçmak dışında yapabilecekleri hiçbir şey yoktur.
Toplumsal hayatın sinir uçlarında, duvarsız inşaat izbelerinde, bankamatik kulübelerinde, yıkık soğuk viranelerde, bir deri bir kemik, öksürükler eşliğinde, bitkin düşmüş bedenleri, ferleri çekilmiş gözleri, sancıyan ciğerleriyle birer karaltı gibi, dünya cehenneminin en altında varoluşlarını devam ettirmeye çalışırlar, ürkerek, korkarak. Onlar da tüm canlılar gibi bir sıcaklığa ihtiyaç duyarlar, kimileyin sokak hayvanlarına sarılıp uyurlar.
***
Can güvenlikleri sıfırın altındadır. Yaralanmaya ve öldürülmeye sonuna kadar açıktırlar. Herhangi bir ezaya maruz kaldıklarında seslerini çıkaramazlar, direnme hakları bulunmaz. Direnmek için gereken güce sahip değillerdir çünkü. Kaldı ki, seslerini çıkardıklarında iri kıyım adamlar tarafından öldüresiye dövülürler. Polisler paldır küldür alıp götürür onları. Hapishaneler biraz da onlar için inşa edilmiştir, karakollar, soğuk hücreler korkulu rüyalarıdır; kirden kabuk bağlamış enselerinde hukuk ve yasa yuvalanmıştır. Örgütlü toplumun ahlaki, siyasi ve hukuki kurumları evsizlerin baş belasıdır, bu kurumlardan firar etmekle geçirirler kısa ömürlerini, ama her durumda yakayı ele verirler, yakalanırlar, damgalanırlar...
***
Ama daha korkunç bir şey vardır evsizlerin gündeminde: Kış! Soğukların en zalim davrandığı kesimdir evsizler. Canavar kış toptan bir felakettir, bu felaketi aşıp geçmek de yine gerçek bir mucizedir. Baharla birlikte sararıp dökülen her yaprak kaygılarını bir kat daha artırmıştır. Zalim soğuklar toplumun istediği şeyi toplum adına icra eder, çoğunun organlarını patlatır, varlıklarını bu dünyadan silip süpürür... Soğuğun kasıp kavurduğu parmakların araba egzozlarında ısıtılmasının bir anlamı yoktur, yakılan ateşler az sonra sönecektir, soğuk her koşulda saltanatını kurmuştur. İnsani varoluşun adaletsizliğine doğanın adaletsizliği de eklenmiştir, iliklerine kadar üşümektir yazgıları... Derme çatma barınaklarda, spor salonlarında toplanırlar “yetkililer” tarafından ama bu kamplarda da yer bulamayanlar, yani yine dışarıda kalanlar vardır...
Tuzu kuru olanlar, yani sıcak “yuva”larında soğuklardan münezzeh yaşayanlar, sefil vicdanlarını bastırmak, mevcut konforlarını sürgit kılmak için boyuna kötü siyasetle uğraşıyor, olmadı dini laflardan medet umuyor, yardım kampanyaları örgütlemeyi akıllarından geçiriyor, “sosyal devlet” güzellemeleri yapıyor, çözümsüz kaldıklarında da kaderdir deyip yorganlarına sarılıyorlar. Gelgelelim dünyanın rahatça ısınanlar ve ısınamayanlar olarak bölünmesindeki o kökensel adaletsizlik kendi kurbanlarını ve potansiyel cellatlarını üretmeye devam ediyor. Bu adaletsizlik aşılıp geçilecek mi bir gün acaba; ilkbaharın ve güneşli günlerin gelmesini beklemek dışında, takırdayan kemiklerin ısındığı bir gün, hem de kış ortasında...