Özdevlet
Pınar Öğünç
Göz göre göre, bile isteye sürüklendiğimiz bu yerin keskinliği, laf etmenin beyhudeliğiyle laf anlatabilmenin acil lüzumu arasında bırakıyor insanı. Hem sadece akılla ve siyasi stratejiyle, hem de sadece his ve siyasetsizleşmiş “kardeşlik” diliyle yaklaşmanın sorunlarını sezerek yeni cümle kurmak güçleşiyor.

Önümüzdeki manzaraya, içinde sadece “hendek” geçen cümlelerle, dolayısıyla “onlar başlattı” ya da “hak ettiler” şeklinde özetleyebileceğimiz şekilde yaklaşanlar, her şeyi bırakalım en azından işin kronolojisinde yanıldıklarını görmemek için örneğin Celal Başlangıç’ın kıymetli dizisini okumayacak (1. yazı 2. yazı 3. yazı).

Bir an hendekleri bir yana bırakalım. Normal koşullarda adı tam konmamış OHAL koşullarında sivillerin öldürülmesine, örneğin sokak eylemlerine gerçek mermiyle karşılık verilmesine dair fikriniz nedir? Kamu düzeni adı altında insan sağlığını ve varlığını tehdit eden sokağa çıkma yasaklarına dair ilkesel bir görüşünüz var mı? Tankların kent sokaklarında sadece yürümeyip bir de o ülkenin yurttaşlarına ateş etmesi normal mi? Bunların herhangi birine “kimi hallerde” diye verilecek yanıt, sadece “içinizdeki devletin” göstergesidir. Özyönetim, özsavunma tartışılabilir, vakit olsa, can derdine düşülmese yapılırdı da, ama şu anki temel mesele “özdevlet”. Bireylerin içindeki devlet ve de Kürt meselesinde özüne dönmeye karar veren devlet...

10 madde ve özyönetim

28 Şubat 2015’te Dolmabahçe’deki Başbakanlık Çalışma Ofisi’nde bir araya gelen HDP’nin İmralı Heyeti ile hükümet temsilcilerinin kullandığı ortak bir tanımlama vardı: “Çözüm sürecinin önemli bir aşamasına geldik.” Sırrı Süreyya Önder de, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan da neredeyse aynı cümleyle başladılar konuşmaya.

O günün bizatihi kendisi çok konuşulduysa da bu 10 madde aslında hakkıyla tartışılmadı. Bunun haklı gerekçelerinden biri, ortak açıklama yapmakta mutabık kalmış iki tarafın aynı karede bir araya gelmesi, dolayısıyla her şeyden önce bu mutabakatın kamusallaşmasıydı. 10 maddenin, yani Öcalan tarafından hazırlanmış taslak metnin özetinin o günlerde tartışılmasını engelleyen diğer neden de bir türlü sağalmayan “HDP’yle AKP anlaştı” paranoyasıydı. Gözler maddelerde “anlaşma” izi arar gibi gezindi, kâfi malzeme bulunamadı. Böyle bir metinde neden “kadın”, “ekoloji” gibi “lüzumsuz” kavramların bulunduğunu muhtemelen düşünen ve çok da anlayamayan hükümet kanadı kadar bile muhteviyata alâka göstermedi kamuoyu. Beklenen üç-beş maddelik bir pazarlıktı. Belki Öcalan’ın koşulları şöyle olsun, belki Anayasa’da şu madde mutlaka bulunsun... PKK de şunu yapsın... Böyle somut kalemler bekleniyordu. Oysa okunan neredeyse manifesto kabilinden bir metindi. Denecek bir şey varsa bunu kabul eden AKP’nin AKP olmaktan çıkacağıydı. Tam o günler İç Güvenlik Yasası’nın değiştiği günlerdi hatırlarsanız. Bir şey eklemeye gerek yok.

O metin Kürt Siyasi Hareketi’nin seneler içinde geldiği “demokratik ulus”un temel taleplerini dile getiriyordu; Rojava Toplum Sözleşmesi’nin de dayandığı demokratik özerkliğin inşası için yasal/anayasal zemini işaret ediyordu. Adı tam geçmiyordu ama özyönetim özüyle oradaydı. Kürt Siyasi Hareketi bundan sonrasını, yani tüm Türkiye için yasal zemini sağlandıktan sonra demokratik özerkliği “inşa” edebileceğini düşünüyordu. Çünkü bu model sadece merkezle ilişkileri düzenlemiyor, bireylerin birbirleriyle, kentle, doğayla, ekonomiyle -yasayla alâkası olmayan- ilişkilerine dair de alternatifler öneriyordu. Dolayısıyla toplumsal bir dönüşümü de barındırıyordu. Kadın merkezli bakış... Ekolojik kentler... Komünal, dayanışmacı ekonominin teşviki... Bu ne kadar toplumsallaşmıştı? Ne kadar hayata geçebilirdi? Tartışılabilir ama şu an mesele bu değil. Dolmabahçe’de bu okundu mu, okundu.

‘İnceldiği yerden kopsun’

Sırrı Süreyya Önder o gün, yine iki tarafın da uzlaştığını varsaydığımız şöyle iki cümle etti: “Başlangıcından bugüne bu sorun devletin dönüşümüyle ilişkilidir. Bugüne kadarki egemen devlet zihniyeti, bu meseleyi salt iktidarlaşma aracı olarak düşünmüş ve kör şiddetin kurbanı haline getirmekten çekinmemiştir.”

Sonra ne oldu da PKK’yle temas tarihinin “zirve” diyebileceğimiz yapıcılıkta bir noktasında her şey sarsılmaya başladı? Bu 10 maddenin kamusallaşmasıyla devlet özüne dönmeye karar verdi. Kürt meselesini salt iktidarlaşma aracı olarak gören kör şiddet politikasına, özüne... Muhtemelen o günlere dair bilmediğimiz çok şey var.

Sonra farklı basınç yasaları işledi. Kandil, bir sonraki masaya aynı elle oturmayacağını göstermek istedi. Bir süredir gerilen lastik sokaklarda boşaldı. Adı, hareketin siyasi vizyonu olan özyönetimdi ama aslında sokaklarda dönüştüğü hal “Biz artık yeni bir evre talep ediyoruz” oldu. 

Tartışılabilir. Hani özyönetim ilan değil inşa edilen bir haldi? Tartışılabilir. Bu eğer tüm hareketin vizyonuysa, Sur’da özyönetim var da, Ofis’te yok muydu? Tartışılabilir. Sadece hendeklerle öne çıkan özyönetimi bundan sonra tüm Türkiye için konuşmak imkânsızlaşmadı mı? Tartışılabilir. Merkezle bağı bulunan bir model olarak özyönetim, “devletsiz” bölgeler yaratarak sürdürmek ne kadar gerçekçi ve fikriyatla tutarlıydı? 

Ama öncelikli tartışılması gereken şu: Bunun karşılığı soyut ve gayet somut manada ölüm cezası mı? Hesapta olmayan bir seçim yaratıp tüm kampanyasını “istikrar” vaadine dayayan hükümet bugün, ilk maddesi “İnceldiği yerden kopsun” olan yeni bir anayasayı yürürlüğe koymuş gibi davranıyor. Bırakın dünya üzerindeki çatışma çözümü modellerini, ‘90’ların başından beri farklı seviyelerde sürdürülen PKK-Devlet temaslarının ve bizatihi savaş halinin bir birikimi, öğrettikleri var. Sadece askeri ve polisiye yöntemlerle çözümün dünyanın hiçbir kara parçasında gerçekleşmediğini bilmesine rağmen hükümet Kürtlere “inceldiği yerden kopsun” dedirtmeyi neden tercih ediyor? Hakikaten kopsun istediği için mi “özüne” döndü? Hendekler kapansa hiçbir şey yaşanmamış gibi devam mı edilecek?

Bütün bunların üzerine huzur, istikrar, birlik, beraberlik inşa edilebileceğini düşünebilmek, bir yanılgı, saflık, umut değil; devlet tarafından kazılmış dev bir hendeğin içinde hakikatten kopuk yaşamakla mümkün.