Mağdur
Metin Solmaz
Erkek şiddetiyle ilk karşılaştığımda ergendim. Komşumuz karısını dövmüştü. Annemle ben de sesleri duyup kapıyı yumruklamıştık. Asla açmayacak kapıyı sanıyorduk. Adam, pişkin bir şekilde kapıyı açmış, bizden büyük bir nezaketle çıkardığı gürültü için özür dilemiş, sonra dönüp konuşmaya yeltenen karısına bir tane daha geçirmişti. Annemle ben kendimizi araya atınca durmuş, bizim çağırdığımız polis gelince de barışmışlardı. Daha doğrusu polis barıştırmıştı. Polisin barıştırmasına daha çok öfkelenmiş, inanamamıştım.

Kadının barışmayı kabulüne ve o adamla yaşamaya devam etmesine çok şaşırmıştım. Şiddet gören birisinin analitik düşünce yeteneklerini yitirebildiğini ilk o zaman fark etmiştim. Sonra adamın kendi arkadaşlarına karısından şikayet ettiği zamanlardaki kulak misafirliğimi hatırladım. Vah o evde ne zulüm çekiyordu.

Şiddet uygulayanların kendilerini büyük bir samimiyetle mağdur hissetmelerinin bir acayip bahane üretme, iç-meşrulaştırma mekanizması olduğunu, bu mağduriyet edebiyatının alıcı bulabilmesinin de mekanizmanın sağlamasını yaptığını, üstelik bunun çok yaygın olduğu zamanla gözüme girdi.

İnternette dolanan ve onmilyonlarca insana ulaşmış olan korkunç videoyu görmediyseniz de duymuşsunuzdur. İçinde şiddetin pek çok türü bir arada var. İki çocuğu ile eşi yahut eski eşi geç geldi diye kendini kaybetmiş. Çocuklar seyrediyor. Arada çocukların psikolojisini hatırlayıp ona da küfür ediyor. Erkek, isim sahibi bir işadamı, hatta eğitimci.

Bu kadar da değil. Muteber bir yayınevinden yeni yayınlanmış ve yayınevine göre “Günümüzde şiddetin bedensel alana hapsedilip bir cinse mal edilmesinin yıkımını” anlatan bir kitap yazmış. Yine yayınevine göre bu, “Kimileri çocukları için servetini harcar, kimileri de servet için çocuklarını dedirten acı dolu bir hikaye”.


Evet, kitap babalık üzerine. Ve yazarı derin bir mağduriyet içerisinde. Bütün söyleşileri, kadınlarla yahut çocuklarla ilgili attığı onlarca Tweet’in tamamı şiirsel bir dille bir gadre uğramışlığı tarif ediyor.

8 Mart’ta, Özgecan’ın katledilmesinin konuşulduğu zamanlarda kadına şiddet konusuna da değinmiş. Tabii ki “ama”ları saklayarak, tembihlerini unutmayarak: “Kadına şiddet asla kabul edilemez. Ama kimse de evlerdeki olağan karı-koca kavgasını, bu kapsama sokuşturup erkeği töhmet altında bırakmasın”. “Kadına şiddet algısını kullanıp, Babaya ve evlatlarına şiddet uygulayan ahlaksızlara HAYIR!”.

Bu örnek bütün içerisinde hiçbirşey değil tabii. Dünyada kaç ülkede bu kadar mütehakkim mağdur bir arada yaşıyordur acaba? Hem de gerçek mağdurların seslerini bastırarak. Mağduriyet tepeden tırnağa en büyük sığınma merkezlerinden birisi değil mi? Kumpas kelimesini kullanmadan uzun süre cümle kuramayan insanlar yaşıyor burada.

Hal böyle olunca Hüseyin Üzmez dahi mağdur ilan edebilmişti kendini. Avukat bir arkadaşım anlattı. İhtiyar birisinin evine hırsızlık için girip cinayet işleyip çıkanlar arasında “bana sarkıntılık yaptı ben de kaldıramadım öldürdüm” demek çok yaygınmış. Böylece söyledikleri nihai olarak bir işe yaramasa da ortamı yaralamaya yetermiş. Hem bir mağduriyet yaratmış olurlarmış hem de asıl mağdurları, yakınlarını sindirmeye çalışırlarmış.

Suçlu bu. Yalan da söyler, bahaneler de bulur. Bu bahanelere önce inanacak kadar akıllı da olabilir. Ama bu bahanelerin bu kadar alıcı bulması çok fena. Sahte mağduriyet bu kadar çok olunca alıcısı da ona göre oluyor tabii. Hal böyle olunca bu mağduriyet edebiyatı kolluktan kıraathanelere kadar teveccüh görebiliyor. Örneğin sokakta kadına hem de fiziki şiddete müdahale eden varsa o müdahale sahibi ister polis isterse yoldan geçen birisi olsun, genellikle hep bir suçluyu “kontrol altına alma amacıyla” anlama hali vardır. Klişedir: Elini erkeğin omuzuna koyar ve onu anladığını ama böyle yapamayacağını anlatır. “Onu anladığını” anlatması boşuna olamaz.

Nihai olarak sevişmeyi, kocasına rapor vermeyi, ev temizleyip yemek yapmayı kadının doğal ödevleri zanneden bir toplumda yaşıyoruz. Şiddetin tanımına dair teorik donanım da maalesef Ali Rıza Binboğa’nın “En Büyük Feminist Benim” şarkısı düzeyinde.