"Korkunç Kürdistan"
Cuma Çiçek
“Fırat’ın şarkında bulunan Kürtler, iktisaden ve lisanen tamamen hakim mevkidedirler. … Elimizde kalan Türkiye arazisinde iki milletin aynı ırktan ve selâhiyetle hakim bulunması imkanını katiyen görmüyorum. Binaenaleyh bütün memlekette Türk nüfuz ve nüfusunu hakim kılmağı farz ve zaruri görüyorum.” 


“Erzincan’ın Kürt merkezi olması ile asıl korkunç Kürdistan’ın meydana gelmesinden ciddi olarak kaygılanmak yerindedir.”

Yukarıdaki ilk alıntı, Şeyh Said isyanının bastırılmasından hemen sonra M. Kemal’in emriyle hazırlanan “Şark Islahat Planı”na altlık teşkil eden ve planın şekillenmesinde büyük ölçüde belirleyici olmuş olan Mustafa Abdülhalik Renda’nın raporundan. Bilmeyenler için hatırlatalım, bu plan Mesut Yeğen’in tabiriyle “Cumhuriyet’in Kürt meselesiyle mesaisinin rehber metni”.

İkinci alıntı, dönemin Başbakan’ı İsmet İnönü’ye ait. M. Kemal’in emri üzerine 1935 yılında çıktığı ve 19 ili kapsayan “Şark Seyahati” sonucu gözlemlerini ve önerilerini kaleme aldığı raporda “korkunç Kürdistan”ın oluşmasından duyduğu kaygıyı yukarıdaki cümleyle ifade etmişti dönemin başbakanı.

Bir hayalete dönüşen bu kaygı bu devleti yönetenlerin peşini hiç bırakmadı ve belli ki bugün Ankara sokaklarında çok fazla görünür olmaya başladı. Ancak, işin ilginç tarafı, bu devletin Kürt meselesiyle mesaisinin dikkatli bir analizini yapanlar, “korkunç Kürdistan”ın devlet eliyle inşa edildiğini rahatlıkla görürler. Devlet “korkunç Kürdistan”ı inşa ediyor, hem de yıktığını sanarken. 

Yıkıntıların hakikati

Walter Benjamin, tarih tezlerinde, tarih meleğini tasvir ederken, bizim “ilerleme” diye adlandırdığımız şeyin aslında arkasında üst üste yığılmış “yıkıntılar” bırakan bir “fırtına” olduğunu söyler ve bizleri tarih meleği gibi bu “yıkıntıları” görmeye davet eder.

Bu anlamda, ilerleme, modernleşme olarak sunulan “hakikat”, yıkıntılar üzerine inşa olur ve “başka hakikatler” yaratır. Cumhuriyet tarihini bir ilerleme, modernleşme süreci olarak okuyabilirsiniz. Kürtler örneğinde olduğu gibi arkasında bıraktığı “yıkıntılara” odaklanarak, “başka hakikatleri” anlamaya çalışarak da okuyabilirsiniz. İçinde sosyalleştiğimiz “farklı hakikatler” bu okuma biçimimizi belirleyecektir. Ancak yanı başımızda Suriye gibi bir ülke yerle bir olurken, Sur, Nusaybin, Cizre, Kerboran (Dargeçit), Silopi saat saat, gün gün yıkılırken, “ilerlemeci hakikate” mesafe koymakta fayda var. 

Sosyo-ekonomik sınırlar

“Yıkıntılara” odaklanarak, devletin Kürt meselesiyle mesaisini hızlıca hatırlayalım. Üç temel mesele üzerinden: Ekonomi, kimlik, idare. Ekonomi meselesinden başlayalım, zira “hizmet” ve “kalkınma” hükümetin çok fazla üzerinde durduğu konular. 2012 yılında duyurulan yeni teşvik sisteminde en fazla teşvike ihtiyaç duyan, başka bir ifadeyle en yoksul ve yoksun altıncı bölgeyi oluşturan 15 ilin sınırları tam da Politik Kürt Bölgesinin sınırlarıyla büyük oranda çakışır. Dışında kalanlar da büyük oranda 5. bölge sınırları içinde kalır. AK Parti döneminde, bölgeler arası gelişmişlik farkının azaldığı iddia edilebilir elbette. Ancak, Devlet Planlama Teşkilatı’nın 2003 yılında hazırladığı İllerin ve Bölgelerin Sosyoekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması ile Kalkınma Bakanlığı’nın 2011 yılında güncellediği sıralama karşılaştırılırsa, tablonun tam tersi olduğu görülür. Tek bir örnek verelim: 30 büyükşehirden biri olan Diyarbakır 81 il içerisinde 63. sıradan 67. sıraya geriledi.

Bu haritanın yeni oluştuğunu sanmayın. Tüm faturayı 1984 yılından bu yana devam eden çatışmalara da yüklemeyin. Zira Devlet Planlama Teşkilatı tarafından 2003, 1996, 1967 yıllarında hazırlanan haritalara bakarsanız, ya da 1960’lı yıllarda “Doğu Sorunu” etrafında yürüyen tartışmaları incelerseniz, bu durumun bir sürekliliği olduğunu görürsünüz. Fırat’ın doğusunda iktisadi olarak hakim olan Kürtler, 1932 yılında hazırlanan birinci beş yıllık sanayi planından bu yana yürütülen ekonomi politikayla beraber, bu ülkenin en yoksullarına dönüştü. Ermenilerin bu topraklarda “temizlenmesiyle” sonuçlanan Büyük Felaket, “korkunç Kürdistan” kaygısı ve çok ölçekli eşitsiz gelişim olan kapitalizmden Kürt coğrafyasına düşen pay “geri-bırakılmış bir çevre ekonomisi” oldu. Ancak bu işin bir faturası var devlet için: Devlet bu uygulamalarıyla “korkunç Kürdistan”ın sosyo-ekonomik sınırlarını çizdi. 

Kültürel sınırlar

Şark Islahat Planı’nda yatılı okullardan kız mekteplerine, Kürtçe konuşmanın çarşı-pazarda yasaklanmasından iskan politikalarına varan detaylandırılmış, bütçelenmiş, nüfus mühendisliğiyle desteklenmiş asimilasyon politikaları, 1991 yılına kadar topyekûn inkar çerçevesinde, o tarihten bugüne kadar da “kısmi tanıma siyasetiyle” devam etti. Bu siyaset Kürtler arasında kültürel açıdan büyük bir yıkım yarattı. Bu yıkımın büyüklüğünü ve derinliğini kavramak için Tarık Ziya Ekinci’nin hikâyesini hatırlamak yeterli olacaktır. 

“Kürtçe konuşmak yasaklandı. Bizim oturduğumuz Karahasan Mahallesi’ne yakın ‘Göm’ler vardı… Bu gömlerden köylüler ufak tefek şeyler getirir satarlardı… Bir kelime Kürtçe konuştuğunda, tam beş kuruş ceza kesilirdi. Zaten bir yük odun da beş kuruştu… Ben de derdimizi anlatacak kadar Türkçeyi okuldan öğrenmiştim. Bunlar eşyalarını satmaya geldikleri zaman, babam hemen beni çağırır, “Oğlum git bunlarla, onlara ‘Türkçe yardım et!’ derdi. Ben de bunlarla gider, pazarlığı ben yapardım. Onlar sadece izleyici olarak kalır, böylece cezadan kurtulurlardı. Her sabah mutlaka kapımız çalınır, beni satışa çağırırlardı. Yaşadığım olay bu!”.

Böylesi sayısız hikâyeyle büyüdü Kürtler. Çoğu kimliklerinin yok sayıldığı, aşağılandığı benzer hikâyeleri bizzat deneyimledi, okulda, sokakta, akademide, gözaltında, cezaevinde, mecliste. Bugün inkâr her ne kadar yasal ve anayasal çerçevede olmasa da, söylemde ve uygulamada kalktı. Ancak, asimilasyon devam ediyor. Göstergeyi merak edenler, Kürt çocuklarının Kürtçeyi konuşma oranlarına baksın (Bkz. Handan Çağlayan’ın “Aynı Evde Farklı Diller” adlı çalışması). Zira, uluslararası ölçekte kabul edilmiş en önemli gösterge bu. Ancak bu işin de bir faturası oldu devlet için: “Korkunç Kürdistan”ın kültürel sınırları çizildi.   

İdari sınırlar

Mesele tek başına sosyo-ekonomik geri-bırakılmışlık ve kimlik inkârı değil elbette. Kürtler tüm bunları büyük oranda devletin daha “etkili” ve “verimli” çalışması için askeri yönetimler altında yaşadı. Hemen hatırlayalım: 1927-1952 Umumi Müfettişlikler (siz bunu İstisnai Rejim ya da Olağanüstü Hal Yönetimi olarak okuyun), üç darbeyle geçen 1960-1980’li yıllar, 1987-2002 Olağanüstü Hal Yönetimi ve 2015 Ağustos’tan bu yana devam eden, 7 şehir, 18 ilçeye parça parça saran yeni “abluka rejimi”. Aslında, devlet zaten bu coğrafyayı neredeyse yüzyılın en az yarısı süresince bölgeye özgü bir idari-askeri rejimle yönetiyor. Bunun da bir faturası oldu elbet: Devlet “korkunç Kürdistan”ın idari sınırlarını da çizdi. 

Haftaları bulan sokağa çıkma yasakları, onlarca çocuğun, yüzlerce sivilin ölümüne, 200 bine yakın insanın zorla yerinden edilmesine neden olan devletin güvenlik politikaları karşısında Batı yakasından neden ses çıkmadığını anlamak isteyenler, bu sınırlara ve bu sınırları inşa eden yüzyıllık “devlet hakikatine” yeniden baksın. Ve bundan daha önemlisi, devletin bu sınırlar üzerine inşa ettiği “farklı hakikatler” arası sınıra. 

“Korkunç Kürdistan”, bağımsız bir devlet formunda değil, ancak sosyo-ekonomik, kültürel, idari ve hakikat sınırları belli bir coğrafya olarak devlet tarafından çoktan inşa edilmiş durumda.