Söz
Erdoğan Özmen

İnsan hitap eden varlıktır. Kendini ötekine seslenerek inşa eder insan. Öznelliğinin en derin katmanında bu, ötekine seslenmeden duramamak hali vardır. Bu yüzden olsa gerektir, bütün insan hakları metinlerinde ifade etme, sözünü söyleme, konuşma özgürlüğü daima en başa yazılır.

İnsanın konuşma, ötekilere seslenme özgürlüğünü, demek ki anadilini sahiplenişindeki ‘aşırılığın’ akıl sır ermez tabiatı bundandır işte. Muhataplarını aramak ve bulmak, içinden geçenleri söylemek için onca eziyete göğüs germesi, o inadından asla vazgeçmemesi…

Bütün totaliter rejim ve liderlerin en önce insanın konuşma, söz alma, seslenme özgürlüğüne hücum etmesi, en katı yasakların buna yönelik olması bundandır. İnsanın beli oradan kırılır çünkü.

Belki de sırf biz konuşabilelim diyedir, her şeyden önce bir dilin evine yerleşerek başlamamız hayata. Anadilin o eşsiz beşiğine… Beden ve ruhun ilk kundağına…

Doğmadan çok önce hatta, anamızın dili çoktan sarıp sarmalamış değil midir bizi. İnsanın etine kazınan tek şeydir dil. Bu yüzdendir anadilden sürgünün en fena, en katlanılmaz sürgün oluşu. Anadilinden koparıldığında çünkü insan, asıl yurdunu kaybetmiş gibi olur, en uzağına düşer kendinin. İnsanın dille ilişkisindeki en çetin paradokstur bu: İnsan hem onda yabancılaşır, varlığını onda dışsallaştırır hem de onsuz artık bir daha kendi olarak kalamaz.

İnsan çünkü, varlığının tam çekirdeğinde açılan indirgenemez bir boşluk sayesinde, tam “merkezindeki” eksikliği işleyip kat ederek, adım adım insan olur. İnsanın büyük hikâyesidir bu. O yüzden hatta, bir merkezden yoksun olarak, merkezsizleşerek varlık kazanır insan. Her mevcudiyetin, ancak potansiyel bir yokluk arka planında zuhur etmesi olgusunu göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki, insan bizzat o yokluğun mevcudiyet kazanması, ete kemiğe bürünmesidir.

O eksikliğin, en özgül anlamıyla kastrasyonun temel faili dildir çünkü. Daha da öncesi vardır ama. Her insan hayat yolculuğuna acıyla, acıyla karşılaşarak başlar. En kökensel deneyimimiz hoşnutsuzluk ya da haz yokluğu denen şeydir. Acı, en başta açlık ya da susuzluk gibi içsel bir ihtiyacın sonucudur. Henüz giderilmemiş o ihtiyacın yol açtığı gerilimin birikmesi ve insandaki “koruyucu kalkan” denen engeli aşacak bir uyarana dönüşmesidir ızdırap. İçsel bir uyaransa söz konusu olan, ona karşı herhangi bir savunma imkânsızdır artık; uzaklaşmaya çalışmak örneğin, beyhudedir. Bebek zaten kaçamaz ama tehlikenin içeriden kaynaklandığı durumlarda yetişkinler de aynı imkânsızlıkla yüz yüze kalır. Dışsallaştırma, yansıtma, yansıtmalı özdeşim gibi savunma mekanizmalarının, içimizdeki açmazları, sıkıntıları, fenalıkları yükleyeceğimiz günah keçileri ve suçlu ötekiler yaratma çabamızın gerisinde aynı çaresizlik, bilememezlik ve imkânsızlık vardır.

İnsan yavrusu en baştan beri muhatabını arar demek ki. Acı içindeyken ötekine çevirir yüzünü. Ağlayarak ona hitap eder: O (ilk planda anne), acısına bir anlam versin ve onu derin acziyetinden ve kimsesizliğinden çekip çıkarsın ister. Ama gerilim/ağlama ile ötekinin bunu yorumlayışı tam olarak örtüşmez. Dürtünün gerilimine tam bir yanıt asla mümkün değildir çünkü. En temel kimliğimiz, kimliğimizin çekirdek unsuru, oradaki açıklığa yerleşen eksiğin (ya da talebin gerisindeki fazlalığın) etrafında şekillenir. Arzu buradan neşet eder. İnsanın sadece konuşan değil, aynı zamanda arzulayan bir varlık olmasının hikâyesidir bu.

Ötekine seslenerek başlayan insan, bu yüzden bir de, o eksik yüzünden yani dile daha çok, daha derinlemesine yerleşmek ister. Bedenini kat eden acıyı, kalbinin ağrısını tam olarak dile getiremediği, bunu başaramayacağını zaten/daima bildiği için. Bu yüzden, içimizin en derininde bir yerde dille bir olmak, dilde erimek arzusu diye bir şey vardır belki de. İnsanın hiç yatışmayan huzursuzluğunun (insan huzursuz bir varlıktır çünkü) gerisinde bu vardır. Ne yapacağını bildiğinden çok daha fazla anlam üretmekten kendini alamaz insan çünkü. Daima bildiğinden daha çok şey söylemesi, söylerken kendinin ötesine geçmesi bundandır. Bu yüzden değil midir örneğin, tek bir cümlenin künhüne varmak, tek bir kelimenin köküne dokunmak için yüzlerce sayfalık edebiyat metinleri.* Ya da psikanalizin, bir teorik yapı yanında konuşma terapisi de olması başka türlü nasıl mümkün olurdu ki.

İnsanın kaderi budur işte: En ilksel kaybını, ona neden olan şeyle, yani dille, dili daha kuvvetle, daha eksiksiz kavrayarak örtmeye, telafi etmeye çalışmak. Bu ‘umutsuz’ ve ama yüce çabanın, bu kaya gibi sert ısrarın Sisifos’udur insan.

Ama işte, bir de dilin huzursuzluğu vardır. İnsanı, kendini kullanmak üzere memur eden dil. Kendini somutlaştırmak, bir vücut kazanmak için mütemadiyen somut insanların ağızlarını kullanan dil cevheri vardır.

İnsanın sesini kısmaya, sözünü engellemeye çalışmaktan daha zavallıca, daha beyhude başka ne vardır ki? 


* Bu cümlenin esini için dostum Yunus Çevik’i bir de burada anmış olayım.