Tepeden Tırnağa Tanığız!
Polat S. Alpman

Türkiye toplumunun politik bir toplum olup olmadığı sürekli tartışılır ve politik toplumun ne olduğu, nasıl tanımlandığına göre verilen cevaplar değişir. Tartışma devam ededursun, hükümeti yönetenlerin bu kadar konuştuğu bir başka ülke var mıdır, bunu gerçekten merak ediyorum. Konuşmaların aynı temalar etrafında ve sürekli bir tekrar olarak gerçekleşmesi önemli değil, önemli olan bu kişilerin yönetmek meselesini koca bir propaganda makinesini çalıştırmak olarak kullanıyor olmaları denebilir. Yönetenleri dinlediğinde ikna olmamak mümkün değil, ancak ne yazık ki mevcut gerçek bundan çok uzakta ve iyi bir yerde değiliz. Bunu melankolik bir hüzün ya da muhalefet iştahı kabarmış bir dille söylemiyoruz. Gerçek bir durumla karşı karşıyayız ve propaganda makinesinin sınırlarına gelindiğini gösteren ciddi gelişmeler yaşanıyor. Hem de hatırı sayılır bir zamandır...

Devletin büyüklerini dinleyen biz sıradan insanlar sadece o kısımlarla yetinsek hiç bir sorun kalmayacak ve yüzümüzde büyük ve içten bir gülümsemeyle hayatımıza devam edeceğiz. Oysa devletin en tepesinde yer alan kişilerin, Türkiye’yi ne kadar büyük bir ülke haline getirdiklerini anlatırken yaşadıkları heyecanı paylaşmakta zorlanmamızın somut nedenleri var [1]. Somut derken, kelimenin gerçek anlamıyla somut, yani taş gibi, okumakta olduğunuz ekran kadar somut! Bunun için uzun uzun örnekler verip açıklamalar yapmaya gerek yok, çünkü yaşanmakta olanlar hükümet üyeleri tarafından da ifade ediliyor. Örneğin uluslararası alanda yaşanan gelişmeleri izlerken endişeye kapılmamak mümkün mü? Yaşanan trajik ve endişelenmeye neden olan gelişmeler, Türkiye’de iyi-kötü ama her zaman var olduğu söylenen Hariciye geleneğinin artık ortadan kalktığının işaretleri olarak yorumlanabilir. Hele ki ABD’nin Türkiye’nin bütün ısrarlarına rağmen PYD’yi terör örgütü olarak tanımaması mevcut reel politikten ne kadar uzaklaştığımızı ve bölgedeki etkimizin ne kadar zayıfladığımızı gösteren örnekler olarak yorumlamanın önünde ciddi bir engel yok. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “Buna en hafif tabirle saflık mı diyelim, başka ne diyelim” [2] diyerek Amerika Birleşik Devletleri’nin dış politikada saf olmasını temenni etmesi de uluslararası ilişkilerde geldiğimiz noktayı gösteriyor zaten.

AB’ye girmek için atılması gereken demokratikleşme adımları içerisinde, elde ciddiye alınacak bir şey kalmadığı için, AB ile Türkiye arasında karşılıklı rölanti durumu yaşanıyor. Allah’tan elimizde mülteci kartı var! Mültecileri Avrupa’ya salmakla tehdit ettiğimiz için bizimle uzlaşmayı önemseyen bir Avrupaî tutumdan söz edilebilir. Bu politik yönelimin ne kadar devam edeceğini kestirmek zor ama iyimserliği elden bırakmak için -bazı çatlak sesleri bir kenara bırakırsak- ciddi bir gerekçe henüz yok. Mülteciler konusunda kalıcı bir yol ve çözüm arayan Avrupa’yı mülteci korkusuyla idare etmenin Türkiye’ye kısa, orta ve uzun vadedeki maliyeti ise mülteciler konusunda gerçekçi olmayan ve günübirlik politikaları “büyük vizyon” diye yutturmaya çalışmakla sınırlı gibi görünüyor. Ne kadar insaniyet sahibi olduğumuzla övünmekten fırsat bulduğumuzda Suriyelilerin Türkiye’de yaşamakta olduğu krizi konuşmaya ve araştırmaya, mümkün olan çözüm ve rehabilite yollarını aramaya başlayacağımızı umuyoruz. Ancak, şu an, Suriyelilerin yaşadığı gerçek acıları anlatacak dil, o acılara sürülecek sahici bir merhem henüz yok. Bunların üzerine gelen Esat Suriye’sinin bölgede mevzi kazanmaya başlaması ve Rusya’nın Türkiye’yi cezalandırmaya çalışması ise maruz kalınan basıncın diğer yüzü...

Dışımızda olup bizi doğrudan etkileyen meseleler bunlar ve yetmezmiş gibi memleketin içinde bulunduğu durum da hayra yorulacak gibi değil. Doğu’da yaşananlar tahammül eşiğini çoktan geçti. Çatışma bölgesindeki bir duvarda yazılı olan “Seni Seviyoruz Uzun Adam R.T.E.” yazısının önündeki iki Polis Özel Harekat memurunun fotoğrafı görünce duygulandığını ifade eden Cumhurbaşkanı’nın güçlü ve kararlı görünmeye çalışmasının ve bir uzlaşma zemini yaratmaya ya da anlaşmaya yanaşmamasının, bölgede yaşayanlar için ağır bir bedele dönüştüğünü görmek zor değil. PKK açısından ortadaki vahim ve korkunç tablonun ne anlama geldiğini, nasıl yorumlandığını bilemiyoruz, fakat ortamı yumuşatmak, geri çekilmek ya da çatışmaları durdurmak için herhangi bir girişimde bulunduğu hususunda güçlü hatta cılız söylentiler bile medyaya yansımadığına göre o da mevcut durumdan güç devşirmeye çalışıyor. Evdeki hesabın çarşıya uymadığı ve sorunun sadece “terörle mücadele” söylemine sıkıştırılamayacak kadar ciddi bir boyuta ulaştığı kolaylıkla ifade edilebilir. Fakat bölgede yaşayan ve orada yaşamaktan dolayı her an ölümün soğuk yüzüyle karşılaşmak zorunda kalan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yaşadığı kederi, çaresizliği ve travmayı anlamak çok güç. Hele ki barış ya da “Çözüm Süreci” gibi çatışmasızlık ve görece normalleşme dönemlerinin teneffüs edilmesinin hemen ertesinde topyekûn savaş koşullarına geri dönülmüş olması, bölgenin uzun yıllardır yaşamakta olduğu lanetin yeniden hatırlanmasına neden oldu.

Memleketin Batısı da farklı türden bir laneti yaşıyor. Her şeyden önce Doğu’daki gelişmelere bigâne değil. Ancak savaş kartı masaya çıkartıldığı andan itibaren Batıda farklı kodlar çalışmaya başlıyor ve bir tekinsizlik, bir sahte duyarsızlık ve mümkünse egemen anlatıya sarılma arzusu hemen her kesimde ağır basıyor. Politik kutuplaşmanın ise elle tutulacak kadar somutlaşmış duruma geldiği söylenebilir. Berberde ya da otobüs durağında sıra beklerken bile Kemalizm ile Tayyibizm arasına sıkışanların gerilimine tanık olabiliyorsunuz. Herkesin tanık olduğu ve dahası bu tanıklığın da, hükümet üyeleri dahil, her kesim tarafından dile getirildiği bir ortamda söz, yetki, karar konusunda darbecilerden daha güçlü bir meşruiyet ve erk sahibi olan hükümet yetkilileri, kutuplaşmayı gidermek şöyle dursun, bunu her geçen gün daha da netleştirmek ister gibi bir görüntü çiziyorlar. Son dönemdeki kahvehane ve derneklere yönelik uzun namlulu silahlarla yapılar saldırılar ise kolektif hafızada yer alan kimlik düşmanlığını yeniden kanırtma çabası olabilir. Hükümetin “kimlik siyaseti parçalar, öldürür” çığlığını, bütün uğraşlara rağmen duymazdan gelmesi ve dahası kimliklerin altını koyu renkle çizmekten vazgeçmemesi, önümüzdeki dönemde kutuplaşmaların daha da derinleşeceğini gösteriyor.

Hata yapmanın dışında bir değerlendirmeye ve eleştiriye muhtaç dış politika ile şiddet sarmalına girmiş, güvenlikçi iç politikadan istikrar çıkmasını beklemek gerçekçi olmaz, çıkmıyor da zaten. Ancak yine böylesi durumlarda bir istikrar yanılsaması sağlanabilir. Özellikle darbe dönemlerinde gözlemlenebildiği gibi kaba gücün, devletin zor aygıtının toplum üzerinde sallanmasıyla sağlanan bu istikrar illüzyonunun faşizm olarak nitelendirilmesi ve öyle hissedilmesi tabiidir. Bölgede –artık o bölge neresiyse– güçlü ve oyun kurucu aktör olmayı, büyük devlet, ağabey devlet, lider devlet olmayı gelişme ya da gelişmişlik olarak anlayan bir siyasal aklın hayatın hakikatiyle yüzleşmesine olan ihtiyaç, her geçen gün daha fazla artıyor. Bu yüzleşmenin gecikmesiyle yaşanacak krizin ödeteceği bedelin ne olacağını ise kestirmek çok zor. Uzun süredir hükümet olan ve iktidarı, kendisinden önce hiçbir hükümete nasip olmayan bir biçimde, olanca imkanlarıyla kullanan AKP’nin “kurucu ilkeler” gibi klişeleşmiş ve kabak tadı veren söylemleri bir kenara bırakıp toplumsal uzlaşıyı ve rızayı yeniden tesis edecek politikaları talep etmek, artık farz-ı ayndır!

[1] Bu “büyük ülke” meselesi şimdilik şurada dursun, bununla ilgili iki çift lafım var ancak kısaca, memleketin halet-i ruhiyesine sinen emperyal arzuda bu beklenti ve inancın payının azımsanmayacak kadar güçlü olduğunu öne sürebiliriz. “Dış mihraklar” ya da “bizim kötülüğümüzü isteyen Batı” gibi anlatıların da arkasında yer alan ve Osmanlı Devleti’ne ilişkin çarpık tarih algısının etkilerini gösteren bir politik tasavvurun söylemdeki karşılığı olan bu ifade, son dönem siyasal pratikte ciddi bir yere sahip oldu.

[2] Hürriyet gazetesinde yer alan “Türkiye'den ABD’ye PYD” tepkisi. Kısa link: goo.gl/z3fO1w
Amerika’nın Türkiye’nin açık, net tavrına ve talebine rağmen PYD konusundaki tutumunu –söylemsel düzeyde bile olsa– değiştirmemesinin ciddi bir diplomatik kriz olduğundan kimsenin şüphesi yok. Kısa vadede sonuçlarının ne olacağını da kestirmek zor. Ancak ABD’nin, çok uzun olmayan bir süre içerisinde, Türkiye’den yana tavır alacağını öne sürebiliriz. Nihayetinde bütün olumsuz gelişmelere ve gerilemelere rağmen, bölgedeki istikrarlı ve sandığa mahkum ve biçimsel olsa da demokrasiye ve nitelikli, gerçek demokrasi talep eden, demokratik güçlere sahip ülkelerden biri hala Türkiye. Ancak bu tavır alma, ABD’nin Kürt kartını kenara koyacağı ya da üstüne toprak atıp gömeceği anlamına da gelmez. Gerçekçi olmak gerekirse, bölgede ABD’nin Kürtleri kalıcı müttefik olarak destekleyeceğini ve Ortadoğu’daki çıkarlarını Kürtlerle birlikte düzenlemek isteyeceğini görmek zor değil. Asıl mesele Kürtler açısından bölgesel dengeler yepyeni bir aşamaya geçerken Türkiye’nin bu kartı, yani Kürtleri, elinden kaçırması, onları müttefik, dost, akraba ve komşu olarak yanında tutmayı başaramaması oldu.