Ego
Erdoğan Özmen

Ego çağı bu. İnsanlığın önündeki seçeneklerin ve olanakların sınırsızca çoğaldığı, insan öznenin kendini giderek daha fazla kendi kendinin yaratıcısı olarak algıladığı, kendini keşfet”menin ve “kendini sev”menin çağı.   

Geçiciliğin, şimdinin, narsisizmin, sapkınlığın, vahşetin, acımasızlığın, kıyasıya düşmanlık ve rekabetin zamanı. Nesiller ve cinsiyetler arasındaki farkların silindiği, her birimiz için istikrarlı bir kimlik, istikamet ve konumun bilgi ve duygusuna vasıta olan, dayanak sağlayan bütün kurguları ve referans noktalarını kaybettiğimiz bir boşluk toplumu. İnsanlığın ortaklaşa ürünü olan simgesel bir büyük Ötekinin – “öznenin talep, soru veya itiraz yöneltebileceği bir otorite oluşturan o eksik kendiliğin”- artık var olmadığı devasa bir yarığın içine düşmek. Piyasanın Tanrı haline geldiği, sermaye-paraya inanç ve bağlılığın bütün değerleri ve ortak geleceğimizi yok ettiği, diğer bütün hakiki inançların hükmünü kaybettiği peltemsi ve plastik hafifliğin çağı. Asıl maddesinden, cevherinden mahrum kalan herhangi bir şey gibi, içe doğru çökmesi, büzüşmesi, havasız kalması bütün toplumların bu yüzden. Ağırlıksız ve çıpasız kalakalmak da…   

Aklımıza gelen her şey için tavsiye peşinde koşmamız, uzman görüşü almak için çırpınıp durmamız sebepsiz değil yani: Nasıl beslenmeli, çocuklarımızı nasıl büyütmeli ve hangi okullara yollamalı, nasıl aşık olmalı ve sevişmeli, nasıl eğlenmeli, tatilde nerelere gitmeli, hangi restoranlarda yemeli, nasıl bir gelecek ve kariyer planı yapmalı… Hiç bilmiyoruz artık. Hayatlarımıza dair her şeyi dikte eden kanlı-canlı ve sefil otoriter figürlere davetiye çıkartan, onların zahmetsizce yerleşiverdiği o “boş uzam” (o saf biçim ve vasıfsız madde) çoktan orada yani.   

Reklamların, kişisel gelişim kitaplarının, ilişki uzmanlarının, yaşam koçlarının, sağlık gurularının hayatlarımıza böylesine nüfuz etmeleri ve yön vermelerinin arka planında bu devasa toplumsal dönüşüm var. Tümünün aynı buyrukları esas alan bir söylemle ortaya çıkmaları rastlantı sayılmamalı demek ki: “Kendin ol!”, “Gerçek benliğini keşfet!”, Sonsuz güçlerinin farkına var!”, “İçindeki çocuğu serbest bırak!”, “Kendini sıfırdan yarat!” Herhangi bir sınır ve yapıya sahip değilmiş gibi görünen toplumlarımız çoktan başka hiçbir seçime izin vermeyen bir cendereye dönüşmüş durumda. Işıksız bir koridorda aynı talimatların ardına dizilmiş robotlarız epeydir. Düpedüz barbarlık çağı işte.


***
Meşhur “Ayna Evresi” adlı makalesinde Lacan, insan yavrusunda ego’nun kuruluş sürecini ve dinamiklerini didikler, anlamaya çalışır. Başlangıçta, deyim yerindeyse eğer, yokluk vardır çünkü. Asıl içeriklerini daha sonra tedricen dışarıdan temin edecek olan, yalnızca virtüel bazı yatkınlıklar ve potansiyellerden müteşekkil saf bir çerçeveyle başlarız hayata. Biçimin içerik üzerinde mutlak bir üstünlüğünün söz konusu olduğu bir yerden koyuluruz yola. Özne pozitif bir kendilik olmak şöyle dursun, simgesel büyük Ötekideki bu boşluk, bu kara deliktir. Nitekim ideolojinin üstünde çalıştığı, fantazmatik bir içerikle doldurarak gizlediği işte bu boşluktur. Böylece, yokluğun mevcudiyetine tahammül ede ede, yokluktan başlayarak kurarız kendimizi. Burada daha en baştan, şeylerin pozitifliğine, pozitif mevcudiyete herhangi bir gönderme yapması gerekmeyen ilişkisel düşüncenin has bir örneği ile karşı karşıya olduğumuza da dikkat edelim: Bir şeyin kimliği/özdeşliği denen şey son kertede, diğer unsurlarla kendi arasındaki farkların toplamından ibarettir çünkü. 

 

“Ayna karşısındaki bebeğin şaşırtıcı gösterisini sık sık düşündüm. Daha yürümeyi becerememiş, hatta ayakta bile duramayan bebek sevinçli bir eylemlilik ve telaşla kendi duruşunu ileri doğru sabitler ve aynadaki imgesini bakışı içinde tutmak istercesine, o bir anlık boyutu geri getirmeye, yakalamaya çalışır.” diye yazar.

Lacan’ın daha sonraki yıllarda dil/simgesel ve gerçeğe yoğunlaşmasına karşın daima muhafaza ettiği imgeye ve imgesel kayda yönelik ilgisi vesilesiyle yeniden vurgulayalım: Psikanaliz “konuşma terapisi” (talking cure) olmasının yanı sıra, belki ondan da önce bir fantazi bilimi ve bir imge arkeolojisidir.

Kendini aynada (ve diğer insanlarda) görmenin sevinçli, coşkulu deneyimi. Şöyle söylenebilir demek ki: Çocuk ayna imgesini, belirli bir sorumluluğu üstlenmek gibi adeta, kendi üzerine alır, üstlenir, özümser. İmge bütünleştirici bir işleve sahip olur. Çocuğa bir bütün/ tam olarak kendi bedeninin imgesini geri yansıtır.   

Mecburen erken (prematüre) doğan bebeğin kas-iskelet sisteminin eşgüdümden yoksun, düzensiz ve parçalı oluşu karşısında imgenin bütünleştirici, birleştirici bir işlevi vardır. Bebeğin imgesel geştalt aracılığıyla keşfettiği şey, oradaki bütünlük ve birliğin devinime ve hakimiyete imkan sağlayan şeması, biçimidir. İmge sayesinde ilk kez kendini bütün bir varlık olarak görür ve deneyimler. İnsani formun imagosu tarafından yakalanmak, zapt edilmek, cezp edilmektir bu. Öncesinde kendini, herhangi bir çekirdeği ya da merkezi olmayan ve mütemadiyen değişen bir dizi duyum, hal ve algı olarak deneyimleyen çocuk için bu Gestalt, tüm uçucu ve gelgeç deneyimler için ilk kez bir çıpa vazifesi görür. Tam da bu ilk birlik/bütünlük duygusu nedeniyledir ki çocuk, sonrasında daimi bir umma ve bekleme (anticipation) pozisyonuna çakılı kalacaktır. Öznenin eşgüdümden ve bütünlükten yoksun kendi somut gerçekliğini, kendi fiili oluş halini tekzip eden, onunla radikal biçimde uyumsuzluk içinde olan bu biçimi/imgeyi ummak ve beklemek, oraya raptiyelenmiş olarak…   

“Ayna evresi olarak adlandırdığım şey duygulanımsal bir dinamiği gösterdiği için ilginçtir. Bu dinamik sayesinde özne, ilksel olarak kendi bedeninin görsel geştaltı ile özdeşleşir. Kendi kas-iskelet sistemindeki derin koordinasyon eksikliğine nispetle bu geştalt ideal bir birlik/bütünlük, sağlıklı bir imagodur. Hayatın ilk altı ayı boyunca (doğumdaki fizyolojik prematürenin tüm hormonal ve nörolojik işaretlerininin taşındığı süre) çocuğun bedensel ve ilişkisel uyumsuzluğundan kaynaklanan rahatsızlık karşısında değeri daha da artan bir imago.” [1] 

Bu imge egonun kökensel formu, ilk kalıbı, matriksidir. Demek ki, ego öznenin kendiyle yaptığı bir tür antlaşma, kendisine yüklediği bir taahhüt olarak; zihinsel bir tözden ziyade bir tür zırh olarak görülmelidir. Dahası, psikanalizi bilinçdışının “irrasyonel” dürtü ve güçlerinin ego tarafından kontrol ve kolonize edilmesinin aracı, böylesi bir tedavi pratiği olarak gören anlayışa kökten karşı bir tavır vardır burada. Egonun, yüce sentezleyici bir ruhsal makama denk sayılması yerine öznelliğin daha primitif tabakalarının mantığına tabi bir ruhsal fail olarak kavranması vardır.   

Bir de, “Ayna Evresi”nin taşıdığı teolojik içerim ve göndermelerinin (“Tanrı’nın ölümünün” ilan edildiği ve piyasanın –her şeyi bilen ve her yerde mevcut- tek Tanrı haline geldiği kapitalizm koşullarında) bariz bir somutluk ve maddilik kazanmasıyla karşı karşıya değil miyiz aynı zamanda: Bazı teolojik yaklaşımların, sonsuz çeşitliliği ve başkalığı içinde kendini bilmek için ayna kullanan Tanrı tasavvurundan kendi imgesiyle, demek ki salt kendine referansla biçimlenen günümüzün “ben” diyen biçare öznesine. Ayna her birimizin elinde artık. Her yer ayna…

Kendi imgemizin içine düşmek, orada kıstırılmak ve boğulmak bu. Ego düzeyine gerilemek, oraya, kusursuz görüntüye, zırha, biçime sabitlenmek. Kendimize karşı her türlü mesafeyi, dolayısıyla kendi üzerimize tefekkür imkanlarını kaybettiğimiz yalınkat ve sıkıcı bir varoluşa sıkışmak. 

İçine düştüğümüz bu sığlıktan ve tuzaktan çıkamadıkça ne hakiki bir özgürlük, ne sükunet mümkün artık bize.


[1] Lacan, Ecrits, The first complete edition in English, çev. B.Fink, Norton, s. 92.