“Kara Murat” benim!
Polat S. Alpman
Muhafazakârlık bir ideoloji, modernitenin periferisinde ve onun neredeyse tam karşısında oluşmuş bir ideoloji. Bu ideolojinin Türkiye’de ideolojik karşılığı olduğu kadar bir geleneği de var. Muhafazakârlığın neye benzediği ise çok tartışmalı bir mesele ama yine de Türk sağının taşıyıcı kolonlarından biri olarak kabul ediliyor. Bir muhafazakârlık daha var, gündelik hayatımızın hakikatini belirleyen, evde, çarşıda, sokakta, kamusal alanda teneffüs ettiğimiz, dahil olduğumuz bir muhafazakârlık.

Türkiye’nin muhafazakârları, Türkiye gibidir. Mesela metrobüse, toplu taşıma araçlarına binerken kendinden zayıf herkesi ezip öne geçmeyi, o araca bu şekilde binebilmiş olmayı uyanıklık, çeviklik, hatta gereklilik sayıp otobüste, metroda yaşlılara yer vermeyenleri ayıplamanın haklı gururunu yaşayabilmektir. Soyut bir hak kavramı yerine üstünde hissettiği gücün bizatihi kendisine inanmaktır. Muhafaza etmeye değer bulduğu şeyler genellikle kendisiyle, kendi gündelik çıkarlarıyla ilgili olduğu için neyi muhafaza edeceği konusunda çok berrak bir zihne sahiptir. Muhafaza edilecek şeyin muhafazaya değip değmemesi tartışmaya dahil edilmez. O bir detaydır. Detaylar popülizm-bağımlı unsurlardır. Detaylar candır. Siyasi malzeme değeri varsa sabahlara kadar kavgası verilir, gerekirse kan bile dökülebilir, popülist bir fayda yoksa canı çıkabilir.

Türkiye’de muhafazakârlık bir hal, bir tavır, kimlerden olmadığını anlatmanın bir yoludur. İçten içe haksızlıklara uğradığını hissetmektir, herkes ve her şey tarafından haksızlığa uğramanın kederini taşımaktır. İç ve dış komplolarla baş ettiğinin bilincinde olmak ve bu bilinçle kendi ülkesindeki her türden gündelik rezilliği görmezden gelebilmek, gözüne sokulduğunda ise büyük bir içtenlikle o rezillikleri, kötülükleri savunabilmektir. Muhafazakârlık bir haldir, bilmezden gelebilmenin en sahici halidir. Güçlünün yanında fiyakalı durabilme imtiyazını hiçbir zaman kaybetmeme halidir.

Bu nedenle Türk tipi muhafazakârlık, bildiği her şeyi, bilmek istediği gibi bilme imtiyazına sahiptir. Tarih, coğrafya, siyaset, antropoloji, sosyoloji, psikoloji ve diğer -lojiler, -lojikler muhafazakârın içinde bulunduğu ahval ve şerait içerisinde bir kıymet kazanır. Bunlar bir bilme, bilgi, bilim meselesinin konusu değildir, o an ve orada onun işine gelecek şeyi söylemek için oradadır. Bütün tarih onun haklılığını onaylamak için oradadır. Coğrafyamız zaten jeopolitik, çok stratejik. Siyasetimiz Avrupalı krallara, prenslere üzengi öptürüp, Bizanslı dilberlerin hülyalarını süsleyen cinsten. Antropolojimiz medeniyetler kavşağı, sosyolojimiz çok güçlü, psikolojimiz 7 düvele meydan okumakta, bütün zalim dünya devletlerinin uykuları kaçmaktadır!

Eski Türk filmlerinin keyif verici madde tadında anlattığı ve izleyenlerin çoğunda Türklük gurur ve şuurunu tarif edilmez bir duyguyla yeniden yaşatan o sahneler ya da çocukken okuduğumuz o hamasi öykülerin ve romanların yaşattığı tarifsiz heyecanlar... Hepsinin örgütlenip dilimize, fikrimize, ruhumuza sızmasına izin versek yaşayacağımız mutluluk paha biçilmez. Çünkü muhafazakârlığın en cazip yanı iyilerin hep onun tarafında yer almasıdır. Bütün haklılar onunla aynı taraftadır. O da yetmez, Allah, tarih, ilim, irfan, hikmet de ondan yanadır. O hep haklıdır ve yine odur hep kötülüklerle uğraşmak zorunda olan, belli ki özeldir, çok özeldir. Hata yaptığı zaman bile kendinden değil yanında duran, sırtını dayadığı, en fazla güvendiği adamın uyuyakaldığı ya da kanındaki bozukluk yüzünden ona ihanet ettiği için hata yapmış, pusuya düşmüş sayılır. Bu yüzden o asla yenilmez, yenilemez. Yenilirse Almanlar yenilir, o anca yenik sayılır.

Bütün kötüler ve kötülükler elbirliği ederek onun muhteşem varlığını ortadan kaldırmaya ahdetmişken o, sağ omuzdan bir klark çeker, ani bir hamleyle “savulun bre deyyuslar” diyerek ortaya atlar; bir elde kırk işlemeli tunç kalkan diğerinde eğri yalın kılıç etrafını saran bütün düşmanlarla cenge tutuşur, diğer gözüyle de cengaverliğinden gözü kamaşmış olan Bizans güzeliyle flört edebilir. Uyanmaya gerek duymadığı bir komplo cennetinde ona yönelik her türden eleştiriyi, yine ona yönelik bir ihanet olarak kabul edebilir. Hatta hainlerin yargılanmasına gerek olmadığını düşünerek “ortadan kaldırılmaları” gerektiğini öne sürebilir. Tarih ki onun varlığından tecessüm etmiş, millet ki onun bizatihi kendi yansıması olmuş. Kim ki bu tarihe ve millete karşı bir varlık iddiasında bulunursa “tez kellesi...”

Son dönemde Türkiye’deki muhafazakârlığa ilişkin yapılagelen tartışmalar genellikle aktüel siyasetin çevresinde dolanıyor. Bu makul ve anlaşılabilir bir durum, çünkü ülkede huzur yok. Çevremizde huzur yok. Oldukça muhafazakâr iddialara sahip bir siyasal blok tarafından yönetildiğimizi düşünecek olursak bu tür tartışmaların güncel siyasetle ilişkilendirilmesi anlaşılabilir. Ancak meselenin diğer boyutu, muhafazakârlığın, muhafazakâr düşüncenin ya da gündelik yaşamdaki muhafazakârlık pratiklerinin, siyasal alandaki gerilime bağlı olarak gittikçe gerçeklik algısını yitirdiğine ilişkin tartışmaların, Türkiye’deki muhafazakârlığın kendi gerçek bağlamından kopuk tartışmalar halinde gerçekleşmekte olduğudur. Türkiye’de muhafazakârlık bir gerçeklik iddiasından hareketle ve zaman içerisinde, karşıtıyla diyalektik bir ilişki halinde oluşmuş düşünce-tutum kalıbı olamadı. Nasıl vereceğini bilemediği, yönü bile belli olmayan tepkisinin gündelik hayata sızan pratikleri içerisinde kendi yolunu bularak ilerledi; nihayetinde gündelik hayatta sahip olduğu tepkisel enerjiyi siyasal alana taşımayı başardı ve eski statükoya kendi rengini vererek onu restore etti.

Bu yüzden kendini Fatih’in Fedaisi olarak tanımlayan parodinin sahnede olduğu bir yerde ona hâlâ bir Bizans lazım. Bugüne kadar bulduğu ve “bunlar Bizanslı” diyerek tepeledikleri artık eskisi kadar işe yaramıyor. Türkiye’de muhafazakârlık, bir süredir yeni Bizanslıyı arıyor. Bu muhafazakârlığı rasyonaliteye, kamusal faydaya, makulleşmeye çağırmanın boşa çıkmasının nedeni iktidar enerjisinin bu muhafazakârlık anlatısıyla kurulmuş olması. Bu enerji tükendiğinde, bu kadar trajik, olumsuz tecrübeye rağmen yeni kahramanlar aramak yerine toplumsal mutabakat, toplumun kendisinden, kendi dinamiklerinden hareketle kurulabilir mi, sorusu şimdilik cevaplanmaktan çok uzak ancak bütün yaşananlara rağmen sol için politik bir değeri var.