Gurbet
Derviş Aydın Akkoç

Tevrat’ta Mısır kralı Firavun ile Yakup’un karşılaşmalarını anlatan kısa bir bölüm var. Firavun’un gözde adamlarından olan Yusuf, babası Yakup’u Firavun’un “huzuruna” çıkarır. Yakup öncelikle Firavun’u kutsar. Firavun Yakup’la karşılaşır karşılaşmaz bir soru sorar ona: “kaç yaşındasın?” Oğlu Yusuf’un yıllar süren acı hasretinden, gönüllü gönülsüz sürgün olup bir diyardan diğerine hicret etmekten ötürü Yakup peygamber epey yıpranmıştır. Güçlü ve kuvvetli olan, “Tanrı ile güreşen” ve bu nedenle adı kutsal kitapta “İsrail” olarak da geçen Yakup peygamberi yıllar takatten düşürmüştür. Yarı kederli ve dingin, Firavun’a cevap verir: “Gurbet yıllarım yüz otuz yıl sürdü. Ama yıllar çabuk ve zorlu geçti. Atalarımın gurbet yılları kadar uzun sürmedi (Yaratılış, 46, 47).” 


***

İnsanın dünyaya “bırakılmasından” yahut “fırlatılmasından” daha öte bir anlamı bulunuyor Yakup’un içli sözlerinin: kelimelere sinmiş keder insanın ilk günahı ve cennetten düşüşüyle alakalı belki de. Kederi açık eden ifade ise elbette “gurbet yıllarım” lafı. İster yüz otuz ister daha fazla yahut eksik olsun, insanın dünya serüveni önünde sonunda bir “gurbetlik” hali. Bir yerden sancılı bir kopuşa, ayrılmaya işaret eder “gurbet” sözü. İnsan nereden ayrı düşmüştür? Geri dönebilecek midir ayrı düştüğü, yana yakıla özlemini çektiği yere? Dünyanın bir “gurbet” olarak tahayyül edilmesinde insani varoluşun trajik kökenine ilişkin bir durum söz konusu: İnsan yuvasızdır. Göz açıp kapayıncaya kadar akıp giden fani ömrü de, kalıcı ve sarsılmaz bir yuva kurmakla geçer. Fakat kuramaz. Umudu ve inancı, huzursuzluğu ve öfkesi, hıncı ve hasedi de bundan: Herhangi bir yere yerleşememek. İnsan daimi göçebe. Ayakları da esas laneti. İki ayağının üzerine doğrulmak pahalıya mal olmuştur insana. Tabanları yarılıp çatlasa da boyuna adımlar: azıcık güvenilir bir limana sığınmak için. Ama nafile. Bulamaz. Evet, bu dünya bir gurbettir ve işin hazin tarafı da geri dönülecek bir “sıla”nın olmaması. Üstelik olası bütün “sıla” imgeleri de denenmiş vaziyette: kurulup parçalanan yığınla medeniyet, iç savaşlar, kıyımlar, devrimler, devletler, aşk, iktidar, para, doğa... 


***

Hayat gurbetlikten ve bu gurbetteki “garip” kalmışlıktan hareketle tahayyül edilince, “ölüm” de bu garipliğin ve gurbet sızısının sona ermesi sanki. Yakup peygamber ölümüne ramak kala çocuklarına son öğütlerini verir. Yatağına uzanmıştır: “Ben ölmek, halkıma kavuşmak üzereyim.” Son bir istekte bulunur; Mısır’a değil, Kenan ülkesine gömülmek: “Yakup oğullarına verdiği buyrukları bitirince, ayaklarını yatağın içine çekti, son soluğunu vererek halkına kavuştu.”

***

Bazı şeyler değişmiyor galiba: 3500 yıl önce olduğu gibi bugün de, ne kadar yaş alınırsa alınsın yıllar ”çabuk ve zorlu” geçmekte. Meselenin “çabuk” kısmı herkes için geçerli olabilir ama “zorlu” kısmı için bunu söylemek pek mümkün değil. Zira bazılarının hayatları hâlâ diğerlerinden daha zor ve ağrılı: Bölünmüş toplumun henüz şifası bulunamamış başlıca sıkıntısı. İhtimal bütün öbür sıkıntıların da kaynağı: Zenginliğin dağıtılmasındaki o uğursuz eşitsizlik. Türlü yoksunluklarla, acılar ve kayıplarla yüklü hayat, büyük bir çoğunluk için epey zahmetli. Hayatı devam ettirmek için fasılasızca çaba harcamak gerek. 

***

Dünya nimetlerinin dağıtılmasındaki eşitsizlikle akraba olan bir başka eşitsizlik daha var: ölümdeki eşitsizlik. Yakup peygamberin ölümü neticede herkese nasip olan bir ölüm değil. Yataktadır, etrafında sevdikleri vardır, kıvrılır ve sessizce “son soluğunu” verir. Gurbetliği biter, halkına kavuşur: ölülere. Bu dünyanın hakikaten yenilir yutulur olmayan taraflarından biri de, böylesi bir ölümün herkesi kapsamaması, bazılarının acılar içinde çırpınarak ölmesi: bedenleri helak eden kanser tedavilerinde, hapishanelerin rutubetli soğuk duvarları arasında, maden ocaklarında, kuşatılmış şehirlerde, rezil rüsva savaşlarda; mülteci feribotlarında boğularak, izbe hanelerde iki büklüm titreyerek ölmek... Gurbetlik bitip de kavuşacağın bir halkın yoksa hele... Ölmek...