Sosyalist Muhalefet İmkânı (II)
Barış Özkul

Yanis Varufakis, Şubat’ta Berlin’de başlattığı DİEM hareketinin (Avrupa’da Demokrasi Hareketi) kalkış noktasını Avrupa Birliği’nin bütünlüğünü zedeleyen olay olarak tanımladığı “Atina Baharı”na dayandırıyor. Hareketin manifestosunda da “Avrupa krizi”nin sebepleri arasında öncelik “Atina Baharı”na verilmiş: “Atina Baharı’nın bastırılması ve başarısızlığa mahkûm bir ekonomi paketinin [Yunanistan’a] dayatılmasıyla Avrupa’nın bütünlüğüne verilen zarar…”

Manifestoya göre Avrupa’nın güncel krizi beş alanda eşzamanlı olarak tezahür etmekte: Kamu borçları, bankacılık, yetersiz yatırımlar, artan yoksulluk, göç.

DİEM’in nicedir unutulan sosyal Avrupa idealinin canlandırılması yönünde önemli talepleri de var: Karar alma süreçlerinin Avrupa sathında aşağıdan yukarıya şeffaflaştırılması; AB Konseyi toplantılarının internetten naklen yayınlanması; Avrupa Merkez Bankası kayıtlarının kamuoyuyla paylaşılması v.b. Ama sonuç olarak sorunun kaynağına ilişkin teşhis dönüp dolaşıp bir “kriz” fetişine bağlanıyor. Krizle kastedilen de iktisadi bir olgu.

***
Küresel Minotauros: Amerika, Avrupa ve Küresel Ekonominin Geleceği [1] başlıklı kitabına bakılırsa Varufakis için kriz, Atina Baharı’yla sınırlı, konjonktürel bir mesele değil. Varufakis’in tarih yorumunun merkezinde "kriz"ler var. İnsanlığın büyük atılımlarının gerisinde büyük krizlerin olduğunu düşünüyor: Tarım devrimini tetikleyen, nüfusun doğal kaynakların kaldıramayacağı ölçüde artmasıyla ortaya çıkan ciddi besin darlıkları… Sanayi Devrimi’nin gerisinde “kaotik ve berbat” (kendi deyimiyle) bir kriz var… İçinde bulunduğumuz dönemin krizi ise bankacılık ve finans sisteminin krizi: 


“Belli bir yaratıcı insani çalışmadan sıkıp çıkarılan ürün ne kadar fazlaysa, üretilen birim başına düşen değer de o kadar azdır. Cep telefonları ve diğer her türlü elektronik alet ucuzluyor, çünkü üretimleri giderek otomatikleşmekte, insan emeği neredeyse hiç yok. Bu durumda kar marjları düşecektir. Belli bir eşiğin altına indiğinde ilk iflaslar başlar. Önce süzülen kar taneleri gibi yumuşak görünen bu düşüş sürüp gider ve sonunda bir çığa dönüşür. Kriz başlar…” [2]

Emeğin makineleşmesiyle beraber üretilen insani değerin giderek düşmesine paralel olarak, fiziksel-zihinsel üretimden çok finans faaliyetine bağımlı hale gelen dünya ekonomisinin krizinden yakınsa da Varufakis krizleri bir uğursuzluk alameti olarak değil yeni dünyanın kuluçka evreleri olarak görüyor: “…Bize tarımı ve sanayi devrimini, teknolojiyi ve iş sözleşmesini, öldürücü mikropları ve antibiyotikleri getirdiler. Böyle Krizler gelip çattığında, geçmiş artık geleceği tahmin etmeye yarayan sağlam bir dayanak olmaktan çıkar ve yeni, cesur bir dünya doğar.” [3]  

***

Bu “kriz” saplantısı doğrusu pek özgün sayılmaz. Tarihin ve siyasetin merkezine iktisadi “krizler”i yerleştirerek ‘sol’ analiz yapmak kronikleşmiş bir eğilim. Kapitalizmin İkaros gibi hedefine yaklaştıkça kendi yıkım anına da yaklaştığı varsayımı belli bir düşünce kolaylığı sağladığı için 20. yüzyıl "kapitalizmin içinde bulunduğu krizin sosyalistler açısından önemini bildiren" rehber kitaplar ve manifestolarla doluydu. Krizleri tarihin laboratuvarı olarak gören bir tür ‘solculuk’ halen yürürlükte ve Varufakis bunun güncel bir örneği.

Oysa, Varufakis örneğiyle devam edersek, tarihte yiyecek sıkıntısı çektiği için devrim yapmış bir sınıf yoktur. Tarım devrimi sadece kıtlık boyutuna ulaşan yiyecek sıkıntısından dolayı değil aynı zamanda tarımsal üretimi toplumsallaştıran niteliksel değişimlerle (toprağı sürmek, hayvan gütmek, üretilen fazlanın korunması için alet üretmek gibi buluşlar) mümkün olmuştur. Sanayi Devrimi’nin gerisinde  berbat ve kaotik bir kriz”den çok daha fazlası vardır: Akıl ve deney çağı, coğrafi keşifler, doğayla kurulan ilişkinin radikal şekilde değişmesi vs. Varufakis, bunları yadsımasa da insanlık tarihini öncelikle bir krizler tarihi olarak okumakta ısrarcı.

Bu ısrarın iki sakıncası var: İktisadi krizlerin kapitalizmin sonunu getireceği inancı, tarih tarafından defalarca kez yanlışlandı (1929’dan 2008’e kapitalizm bir yığın kriz atlatırken reel-sosyalizm tarihe karıştı). İkinci sakınca ise mesele bir iktisadiyat sorununa indirgendiğinde ortaya çıkan kısır döngüyle ilgili: Kapitalizmin ciddi bir iktisadi kriz içinde olduğunu teşhis etmek, yeni toplumun hangi esaslar üzerinde inşa edileceğinin bilgisini vermiyor. Sosyalistlerin bir kriz avcılığı etrafında kenetlenmesi geleceğe dönük/kurucu/pozitif bir tavır değil.

***

Marksizm 19. yüzyılda tarih sahnesine çıktığında, bu meselelerde doğru düşünmenin, doğru sorular sormanın araçlarını vermişti. Marx'ın kendisi de, birçok yerde, kapitalizmin krizinden bahsetmiştir. Ama Marx açısından iktisadi krizin aşılması, maaşta eşitlenmek değildir; mesai kavramının, üretim sürecinin esastan değiştiği bir gelecek tasavvuru sunar Marx. 

Emek-değer teorisinde, kapitalizmde bir piyanoyla bir ayakkabıyı mübadele edilebilir nesneler haline getiren üçüncü faktör nedir diye sorar. Liberal iktisatçılar bu soruya para cevabını vermiştir. Marx ise para değil emektir der: para olsaydı kapitalizmi önceleyen takas ekonomilerinde mübadele ilkesi yürürlükte olamazdı. Bu gözleminden hareketle emek gücünü kendi ürettiği nesneye yabancılaştıran ilişkiyi sorgularken ideolojinin doğurduğu yanılsamayı işçinin zihninde değil gerçek hayatta kurduğu gerçek ilişkilerde arar. İşçi ile işveren arasındaki ilişkide temel sorun olarak mübadele aracının aldığı biçimden çok üretim sürecini düzenleyen mesai kavramına odaklanır (beş saatte üretilebilecek metanın on iki saatte üretilmesi). Marksizm’in ütopyacı yönü olarak anlatılan “resim yapan, müzik dinleyen, balık tutan” işçi nosyonuna buradan varır: İşçinin yaratıcı yeteneklerini ortaya çıkartacak şartlar ancak başka bir mesai kavramıyla mümkün olabilecektir.

Dolayısıyla Marx, mübadele aracının modern zamanlarda aldığı biçimden (para) çok mübadele ilkesini esastan değiştirecek imkânlarla ilgilenir. Bu, işçi sınıfının özgürleşmesini maaş pazarlığında el yükseltmeye indirgeyen yaklaşımdan oldukça farklı bir yaklaşımdır. 

***

Varufakis’in küresel finans sisteminin adilane biçimde yeniden düzenlenmesi, toplam ekonomik fazlanın uluslararası bir yardımlaşma sandığında bölüştürülmesi gibi önerilerine doğal olarak soldan herhangi bir itiraz gelmeyecektir. Ama yeni bir sosyalizmin veya yeni bir radikal demokrasinin kurulması için finans sisteminin veya bölüşüm ilişkilerinin revizyonundan çok daha fazlasına tekabül eden bir zihniyet dönüşümünün gerektiği ortada. 19. yüzyıl başında Sanayi Devrimi’yle yeni bir döneme girilirken İngiliz şairlerinden William Blake, “zihnin dövdüğü demir kelepçelerden” (“mind forg’d manacles”) kurtulma gereğine dikkat çekmişti. İki yüz yıl sonra, yeni bir sosyalist muhalefet, salt iktisat alanıyla sınırlı olmayan; etikten estetiğe hukuktan demokrasiye modernliğin sınırlarını tayin eden bütün alanlarda gerçek bir zihniyet dönüşümünü temsil eden öznelerin iradeleriyle mümkün olabilecek bir şey. Sosyalistler kapitalizmin ufkunu aşan yeni ilişkilere işaret edebildikleri sürece bunun önünde hiçbir engel yok.


[1] Küresel Minotauros: Amerika, Avrupa ve Küresel Ekonominin Geleceği,  çev. Ferhat Kohen, yay. haz. Erkal Ünal & Müge Karahan, Encore yay.: 2014, İstanbul.

 

[2] A.g.y., s. 70.

[3] A.g.y., s. 71.