Aşk (I)
Erdoğan Özmen

“Aşk sahip olmadığınız şeyi vermektir” diye buyurur Lacan. Daha ilk bakışta tuhaf, ve imkânsız görünen bir iddiadır bu: Kendimizin sahip olmadığı bir şeyi, –üstelik– başka birine vermek… Aşık öznenin perspektifinden, sevilen değil midir o eşsiz şeye zaten sahip olan? Çöller, dağlar onun için aşılmaz mı, ona kavuşmak, onunla bir olmak için? Onda, onunla olan, o zamana değin başka hiç kimsede rastlanmamış o büyüleyici şeye sahip olmak, ona karışmak değil midir birden bütün göğümüzü kaplayan, başka her şeyi görünmez kılan? Bir tür tamamlanma, tam olma vaadinin peşi sıra sürüklenmek yok mudur burada? Yine de, işte bu kendinden öteye geçip, ötekinin varlığına erişme çabası olağanüstüdür. 

Ya da tam tersi: Ötekinde çoğu zaman aslında onun sahip olmadığı şeyi seviyoruz belki de. Aşık özne, sevgilide algıladığı ve aşkını tetikleyen ve sürdüren bir fantezi oluşturmasına imkân veren yüce bir şeyi sever.   

Ama aşktan söz açacaksak önce asıl soruyla yüzleşmeliyiz: Günümüz hiper-kapitalizm koşullarında; olası her talep ve arzuyu ‘karşılamak’ üzere seçenekler ve metalar sonsuz bir çeşitliliğe sahipken ve bütün yeryüzü her şeyin mübadele edilebilir görüldüğü devasa bir pazara dönüşmüşken, aşk yine de geçerli mi acaba? “Yüce, romantik aşka hâlâ yer var mı, yoksa aşk ve arzudan ziyade çabuk, geçici cinsel tatmin bulmakla ilgilenen narsist bir kültür haline mi geldik?”

Kendi olmayı ve kendini sevmeyi (işi iyice abartıp salakça tavsiyelere vardıranların bile eksik olmadığı bir pazar bu: Misal, “Sevgiyi/aşkı önce kendi içinde bulmalısın”) vaaz eden, dahası bunu katı bir buyruk biçiminde formüle eden aşırı bireyselleşmiş bir toplum ve kültürün aşkı düşürdüğü seviyenin sığ ve berbat kavramlarına hepimiz aşinayız artık. Gazete, dergi ve televizyonların bir köşesi mutlaka bunun uzmanlarına ayrılmış vaziyette: Nasıl bir çocukluk geçirdiğimize, yoksunluk ve travmalarımızın neler olduğuna bağlı olarak ya bağlanma korkusu yaşıyoruz ya deli gibi kafeslenmekten/özgürlüğümüzü kaybetmekten korkuyoruz. Her birimiz illa ki terk edilme kaygılarına kapıldığımız bir evreden geçmiş oluyoruz. Her defasında aynı ifadelerle özetleniyor durum: “Terk edilme korkusu, çocukluğunda duygusal ve yakın bağlar kurma konusunda eksik kalmış kişilerde görülür.” Ya da “özgürlüğünü kaybetme veya kafeslenme korkusu ise çocuklukta çok fazla üzerine düşülen kişilerde görülür. Kendi kişisel alanı olmadığını hisseden çocuk, yetişkin hayatında tuzağa düşürülerek özgürlüğünü kaybetme korkusu içindedir.” Arızi, sınırlı ve nihayetinde bizi ilgilendirmeyen bir durum söz konusuymuş gibi.

***

Halbuki uzun süreli ve kalıcı aşk ilişkilerinin kurulamıyor olması, bunun temel bir yetersizlik biçimi olarak ortaya çıkması, ilişkilerin temel bir bağdan mahrum oluşu ve bir tür bağlantısız ilişki arayışının yaygınlığı daha genel ve yapısal bir mesele değil mi bugün? Bunun için pop psikolojinin ötesine geçen daha kapsayıcı ve toplumsal bir çerçeveye ihtiyacımız yok mu? Yeri gelmişken bir kez daha belirtmeden geçmemek lazım: Günümüzde insanların belini büken ıstırapların tüm kusur ve sorumluluğunu tek harekette yine onların sırtına yükleyen pop psikoloji ve onun mutluluk pazarlamacısı uzmanları, koçları, kişisel gelişim gurularıyla birlikte oluşturduğu sektör kapitalizmin en sinsi numaralarından/tuzaklarından birisidir. Ve tam da tarif ettiği normlar ve idealler açık bir dayatmaya ve baskıya dönüştüğü içindir ki güncel mutsuzluk ve hoşnutsuzlukların, yetersizlik ve suçluluk duygularımızın bir sebebi de doğrudan işte bu pop psikoloji kompleksidir. Esenliğinin ve yaşamının tek efendisi olduğu fikrini bireyin sırtına yükleyerek çalışan ve böylece kapitalizmi mütemadiyen temize çeken insafsız bir kompleks. 

“Günümüzün flört ritüellerinde, mahremiyetten kaçınmak gibi bir ilke gözetiliyor ve irtibatın mekaniğine odaklanılıyor. “Takılmak” bunun iyi bir örneği. Bu ifadenin seçilmiş olması bile, seçim zorbalığı çağında cinsellik ve aşk algısına dair çok şey söylüyor. Keyif artık bir eş veya dost aramakla, seçilen nesneyle yakınlaşmak veya onu anlamaya çalışmakla ya da onun çoğu zaman sarsıcı ötekiliğine nüfuz etmekle ilgili değil. Takılma (ayartma, baştan çıkarma, tuzağa düşürme), sonra bir köşeye atma (sıyrılma) ve yeni bir nesne arama sürecinden alınan tatminle ilgili. Bu bağlantısızlık ilişkilerde yeni moda.” [1]

Aşk ve sevgi ilişkilerinde yaşanan mevcut açmaz ve güçlükler için takıntılı (obsesif) nevrotiğin durumu oldukça temsil edici ve aydınlatıcı bir örnektir: İlk kez Freud, bir kadın başka bir erkekle çoktan bir ilişki içinde değilse şayet, o kadınla hakiki bir aşk ilişkisi kuramayan erkeklerden söz eder. Böylesi bir yapısal/simgesel koşulun yokluğunda kadını çekici bulmayan erkeklerdir bunlar. Freud bu koşulu, kendinden bekleneceği üzere Ödipal üçgen bağlamında yorumlar: Meseleyi oğlan çocuğunun annenin sevgi ve ilgisine münhasıran sahip olmak için babayla ve diğer kardeşlerle yoğun bir rekabet içinde olmasına bağlar.

Bu biçimde aşık olabilen erkekler, böylesi üçgensel ilişkilerin bütün versiyonlarını denemekten –büyük bir enerji, zaman kaybına ve zahmete rağmen– geri durmazlar. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar gözden geçirip, en küçük ipuçlarını değerlendirerek bazen de bu aşk üçgenlerini bizzat icat ederler. Görünürde çektikleri onca acı, kaygı, uykusuz kaldıkları geceler pahasına yaparlar bunu. Tam da bu yüzden, kendileri için önemli ve vazgeçilmez olanın o kadın değil bizzat yapısal durumun varlığı olduğunu göstermiş olurlar. Bu durum aynı zamanda ve tuhaf biçimde, onların ne kadar canlı, tutkulu ve arzulu olduklarını kendilerine ispatlamanın bir yolu gibidir. Çünkü kadının o üçüncü kişiyle herhangi bir düzeyde süren ilişkisini sonlanacak olsa, yani üçgen çökse, asıl aşk ilişkisinin de muhafaza edilemediği kısa sürede belli olur. Takıntılı aşık öznenin kendini diğer erkeğin nüfuz ve egemenlik alanını ihlal eden ve tanımayan biri olarak tasavvur etmesinin koşulu ortadan kalkmıştır. Çünkü, “öteki erkeğin kadınına” yönelik görünüşteki tutkulu aşka rağmen, takıntılı nevrotiğin asıl ilgisi, kızgınlığı ve rekabeti öteki erkeğin bizzat kendisinedir.   

“Takıntılı bir nevrotik, arzusunun nesnesine fazla yaklaşacak olursa nesne tarafından yutulacağından veya kaybolacağından korkar. Kendisini korumak için binbir çeşit kural, yasak, engel yaratır, ki bunlar aşk hayatının köşe taşları haline gelir. Mesela Arjantinli bir psikanalist bir defasında, birkaç gece boyunca telefonun başında oturup sevdiği kadının aramasını bekleyen bir adamı tedavi etmiştir (O zamanlar Arjantin’de telefon hatları sık sık arızalandığı için, adam çalışıp çalışmadığını kontrol etmek amacıyla ahizeyi kulağına götürüp durmuş, böylece bu takıntılı ritüel sayesinde aslında kadının kendisine ulaşmasını önlemiştir). Takıntılı nevrotiklerin arzu nesnelerini uzakta tutmak, özenle tasarlanmış varoluşlarının bozulması tehlikesinin önüne geçmek için muhtelif kişisel stratejileri vardır. Dolayısıyla takıntılı ritüeller kendini koruma amacına hizmet eder ve çoğunlukla kişinin kendisini münzevi bir varoluşun içine kapatmasına yol açar.” 

Takıntılı nevrotiklerin arzusu daima imkânsız bir şeye yönelmiştir. Kusursuzluk ya da ölümsüzlük gibi ulaşılması imkânsız bir konuma yükselmek, asla sahip olamayacağı bir şeye sahip olmaya çalışmak ya da tamamlanamaz bir tasarıyı tamamına erdirmeye çalışmak gibi. Bu bakımdan takıntılı nevrotiği karakterize eden şeyin imkânsız bir arzu olduğunu söylemekle yetinmeyip, arzusunun bizzat imkânsızlığı hedeflediğini söylemeliyiz. Bir taraftan da böyle zamanlarda aşk üzerine konuşmak/yazmak nasıl bir şey diye düşünmeden edemiyor insan. Kendimce geri dönüşlü olarak bulduğum, sezdiğim sebepten söz etmeliyim: Bazen boşuna uğraştığımız duygusuna kapılıyorum: Bunca çirkefliği, perişanlığı, sefaleti ve zilleti anlamaktan vazgeçmeliyiz belki de. Onların böylesine kararmış iç dünyaları nefretle, düşmanlıkla, hınçla, ve hasetle her seferinde daha da acılaşacak, katılaşacak çünkü, ta ki tümden çürüyene kadar. Ondan önce hiç eksilmeyecek ve sonlanmayacak bir döngü gibi düşünmeliyiz bunu. Biz kendi söz dağarcığımızı genişletmeye, sevginin ve aşkın kelimelerini çoğaltmaya, birbirimize elden ele ulaştırmaya bakmalıyız belki de. Sadece buna yoğunlaşmalıyız. Bazı zamanlar vardır çünkü, devrimci eylem en somut, en saf ve doğrudan haliyle tam önümüzde, avuçlarımızın uzanabildiği yakınlıktadır. Dünyanın onca keşmekeşi ve uğultusunun, kararsızlıkların, muğlaklıkların geride kaldığı, her şeyin en sade haline kavuştuğu yerde buluruz kendimizi birden. Bugün aşkı/sevgiyi, barışı, çocukların hayatını ve anadil hakkını savunmak ve sahiplenmekten daha devrimci başka ne vardır ki?   

Oradan devam etmek üzere: “Aşk sahip olmadığınız şeyi vermektir”…


[1] R. Salecl, Seçme İkilemi, Çev. B. E. Aksoy, Metis Yayınları, 2011, s. 67.

[2] A.g.e., s. 27.