Aşk (II)
Erdoğan Özmen

Meta biçiminde, bu biçimin kendisinden kesin olarak daha fazlasının söz konusu olmasının, onu, kapitalizmin künhüne varacağımız bir analiz nesnesi konumuna yükseltmesini; Marx’ın bu biçimin diyalektiğine yönelik tutkulu ilgisi ve analizinin kapitalizmin tözünü/maddesini aydınlatan olağanüstü hareketini düşünelim. Aşk/sevgi ilişkilerinin bugünkü biçimi ve açmazlarının da benzer bir şeyi açığa vurduğunu ileri süremez miyiz? Aşk ilişkilerindeki uçuculuk ve derinlik kaybının kapitalizmin bu dönemine denk gelmesi tesadüf sayılmamalıdır. Kapitalizmin en kökensel rüyasının; akla gelebilecek her şeyin alınır-satılır olacağı, mübadele ilişkisinin her şeyi kendi kalıbında eriteceği sınırsız bir pazar olarak dünya tasavvurunun en nihayetinde ete kemiğe bürünmüş olduğu koşullarda aşkın/sevginin yerinin boş olması, aşkın eksikliği neden şaşırtıcı olsun ki? Bir bakıma ruhun ölümü anlamına gelen aşk eksikliği, insani arzuyu donduran, onu talebin gölgesine/tuzağına hapseden en temeldeki kuruluğun, sığlaşmanın bir sonucu değil midir? A. Badiou de “Aşkın yeniden icat edilmesi, ama aynı zamanda savunulması da gerekiyor, çünkü dört bir yandan tehdit edilmekte” derken aynı şeyden söz etmiyor mu?

“Sahip olmadığın şeyi vermektir aşk” önermesi, bu yüzden önemlidir bir de. Demek, aşık, sahip olmadığı, mahrum olduğu, eksikliğini çektiği şeyi verir. Yoksun olduğu şeyi bilmediğinden, bir aşk karşılaşmasında verdiği şeye ilişkin bir izahtan da yoksundur aşık özne. İçindeki boşluk, eksikliktir hissettiği. O boşluğu dolduracak şeyi özler. Bir şeyden yoksun olduğu duygusunu telafi edecek şeyi. Tamlık, tamamlanma vaadinin peşindedir. Şöyle de söyleyebiliriz o halde: “Aşkın, sahip olmadığım şeyi vermekten, armağan etmekten daha büyük bir işareti yoktur.” 

Peki ama, en saf haliyle bu eksik öznenin etrafında kurulduğu boşluğun ta kendisiyse? Arzunun yaslandığı en temel kaideyse eksik ya da yarık?

İhtiyaçlarını sözcüklerle, kendi üretimi olmayan, kendine yabancı/dışsal bir yapı olan bir dil içinde ifade etme mecburiyetine katlanmak, dile kayıtlı olmak insanın kaderidir. Diğer türlü çünkü, o bünyevi ihtiyaçlar, dürtünün yapısal gerilimi, karşılanması ve yatışması için daima ötekinin (annenin) sağladığı sözcük ve yorumlara (ve onu takip edecek eylemlere) muhtaç ve bağlı kalacaktır. Konuşan varlık olmak, bu bakımdan bir sıçrama ve egemenlik hamlesidir. Dürtülerin tözünden kopmaktır. Eksik, işte bu simgesel kastrasyondan, dildeki bu yabancılaşmadan neşet eder. Birincil tatmin kaynağından/anneden ayrılarak, dolaysız tatminden/zevkten (jouissance) feragat ederek. O ayrılmanın somut tezahürlerini biliyoruz: Memeden kesilmek, kendi kendine beslenmek, tuvalet eğitimi, kendi başına uyumak vb. İnsani arzu bu eksikten, varlıktaki bu eksiklikten doğar. Eksikliğin olmadığı yerde arzu da yoktur. 

Arzu, en temeldeki bu eksiği/eksikliği telafi etmek ister. Görünüşte yeni bir şeye yönelik her arzu, aynı eksikliğe yaslanan, ondan kaynaklanan aynı kadim arzunun sürdürülmesi ve yer değiştirmesinden ibarettir. İnsani arzunun mütemadiyen genişleyen, çeşitlenen ve katlanan bir özellik göstermesi bizi yanıltmamalıdır. Arzu her seferinde, ilksel tatminin/zevkin (jouissance) kaybı ve dildeki yabancılaşmanın (simgesel kastrasyonun) sonucunda husule gelen varlıktaki-eksiğin yer-değiştirmesi, metonimisi olarak kavranmalıdır. Arzumuzun yöneldiği her bir nesne, o yüzden “arzunun karanlık, belirsiz nesnesidir.” Arzu bağlamında her bir yeni nesne (partner, ideal, ev, araba, iş, meslek, hobi, seyahat vb), son kertede gerçek amacın yine bizzat kendi olarak göründüğü metonimik bir kayma içinde bir sonraki nesneye izin vermek, yer açmak üzere vardır. Lacan bunu arzudaki metonimik işlev olarak adlandırır. Bu anlamda arzunun bir nesnesi yoktur. İfadeyi zorlayarak; arzunun bu hareketindeki açıklığa, açık uçluluğa, olumsallığa karşıt olarak kapitalizmin söyleminin o hareketi iptal eden, kapatan, boğan (ve insanı derinliğinden ve çok-boyutluluğundan koparan) kesinliği ve katılığını bir kez daha vurgulamış olayım. 

Arzuladığım şeyin daima Öteki’nin arzusu olmasını anlamlı kılan çerçevedir bu. En temelde, Öteki’nin beni arzulamasını ister ve tam da bu yüzden Onun benden istediği şeyin ne olduğunu kavramaya çalışırım: Öteki’nin beni arzulamasını sağlamak üzere ne yapabilirim?

Bu eksik, her birimizdeki en ayırt edici, en benzersiz şeydir. Bizi başka herkesten farklı kılan, öznel farklılığımızı oluşturan boş “merkezdir”. Vazgeçtiklerimiz, geride bıraktıklarımız değil midir bu dünyadaki yerimize yerleştiren, özneler-arası ağdaki konumumuzu saptayan, böylece bizi tarif eden şeyler? 

Aşk’ı (kavramın Badioucü anlamında) benzersiz bir olay/karşılaşma yapan şeydir bu: 

“Karşılaşmada, birbirini izleyen, her seferinde başarılı, kusursuz olan fırça dokunuşlarıyla düşlemimin tablosunu tamamlayan birini bulmuş olmak beni büyüler; şansı hiç mi hiç ters gitmeyen ve elini daha ilk uzatışta arzusunun yapboz’unu tamamlayan küçük parçanın üstüne koyduran oyuncuya benzerim. Bir başkasıyla (benim “ötekim” olacak bir başkasıyla) sonsuza dek sürdürebileceğim yakınlıkların, suç ortaklıklarının, içli-dışlılıkların gittikçe artan bir biçimde bulunmasıdır (nerdeyse doğrulanmasıdır) bu; tümüyle bu buluşa doğru uzanırım (titrerim bu yüzden), öyle ki, rastlanan bir varlığa duyulan yoğun merak gerçekte aşka denktir.. Karşılaşmanın her anında, ötekinde bir başka kendimi bulurum.” [1]

Aşık öznenin, o buluş/rastlaşma anında sarsakça, geveleyerek (titreyerek adeta) açığa vurduğu, konuşmasında (konuşan varlık olarak demek ki) ifşa ettiği şey, bir eksiklikle damgalanmış olduğudur. Şimdi işte, en nihayetinde onunla birleşen, ona bağlanan, onunla denk gelen eksik. Bu anlamda eksikliğimi, sahip olmadığım şeyi veririm. Sevgilinin huzuruna eksik bir varlık oluşumla, kastre edilmiş olduğumu ilan ederek, gizlenme ihtiyacını çoktan aşmış olarak varırım. Bütün varlığımı açarak. “Harikulade bir yokluk içinde.” Aşk belirtilerinin korku belirtilerine (şaşkın beden-titreyen ses, kurumuş boğaz, keskinleşen bakış, çarpan kalp) benzemesi bundandır belki de. Zaten, sahip olduğumuz bir şeyi vermek, yalnızca bir parçamızı koparmak ve fırlatıp atmaktan başka nedir ki?   

Aşk bu yüzden, asıl olarak “özünde narsisistiktir.” Varlığımızın çekirdeğindeki eksikliği/boşluğu telafi etme, giderme arayışı/özlemidir çünkü. Bunun, yüce benliğin kendi yansımasını bulacağı idealleştirilmiş bir öteki arayışıyla, önümüze yansıttığımız bir idealle ilgisi, varsa bile epeyce zayıf bir ilgidir.

Belirtmeden geçmek olmaz: Aşkı en geniş anlamıyla düşünmekten vazgeçmemeliyiz. Freud’un “Kendimi insan aşkıyla dolu bir yaşama adayacağım” demesindeki genişlikten söz ediyorum: Bütün ezilenlerin, yoksulların, garibanların, zulmedilen, sesi soluğu kesilenlerin birlik, dayanışma ve mücadele günü kutlu olsun.


[1] Roland, Barthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar, Çev. Tahsin Yücel, Metis, 1992, s.181.