Parti Rekabeti Yoksa Milli İrade de Yok
Evren Balta

E.E. Schattschneider kült eseri olan Parti Hükümet'te (1942) modern demokrasinin parti siyasetinin bir ürünü olduğunu ifade eder. Schattschneider’e göre partiler olmadan modern demokrasi düşünülemez. Daha sonra kaleme aldığı Yarı Egemen Halk (1962) kitabında demokrasinin ancak partiler aracılığıyla işleyebileceği iddiasını daha da ileri götürür. Ona göre “halkın siyasal sistemdeki yeri büyük oranda sistemdeki rekabet tarafından belirlenir”. Eğer siyasal sistem güçlü bir rekabet öğesi barındırmıyorsa, hükümet seçilse dahi, halk egemen değildir. Bir başka deyişle güçlü bir parti rekabetinin olmadığı sistemlerde milli irade de tecelli etmez/edemez. 

Şu an gözlerimizin önünde cereyan eden MHP kongresi, HDP’li vekillerin dokunulmazlığı, AKP içindeki yeni başbakan arayışı ve başkanlık gibi birbirinden bağımsız gibi görünen gündemler, esas itibariyle Türkiye’de parti rekabetinin bitirilmesine yönelik hamleler. AKP iktidarının hegemonik gücü zayıfladıkça, hükümete yönelik eleştiriler arttıkça, iktidar bloku kendi içinde çatladıkça, iktidarın sürekliliği giderek daha fazla oranda AKP’nin siyasal parti rekabetini kapatabilmesine ve kendisini siyasal parti arenasında sağ/muhafazakâr seçmen için tek alternatif olarak inşa edebilmesine bağlı hale geliyor.

Geçtiğimiz dönemde siyasal parti sistemine ciddi bir muhalefet unsuru ekleyen HDP, bugün Meclis’te bulunan milletvekillerinin önemlice bir kısmının dokunulmazlıklarının kaldırılması tehdidi ile karşı karşıya. Devlet Bahçeli’nin AKP ile izlediği örtük ortaklığa meydan okuyarak, MHP’yi yeniden anlamlı bir alternatif haline getirmeye çalışan MHP muhalefeti ise MHP içerisinde olası bir güç (ve politika) değişikliğine neden olacak kongresini bütün uğraşlarına rağmen toplayamıyor. AKP’nin kendi içinden çıkacak herhangi bir yeni siyasi parti ise daha oluşum halindeyken bin bir türlü karalama ve bastırma yöntemi ile engellenecektir. Paralel suçlaması partinin içinde oluşabilecek herhangi bir siyasal muhalefeti de engelleyen neredeyse sihirli bir mekanizma haline gelmiş durumda.

Ama bütün bu engelleme çabalarının ilelebet yeni ve sahici bir muhalefetin oluşmasını durduramayacağı da biliniyor. Tam da bu bilgi başkanlık sistemine duyulan hevesin bir başka (ve çok güçlü) bir nedeni. Nitekim başkanlık sistemi %50 ile seçilen bir başkanın varlığı nedeniyle seçimlerde mutlak çoğunluk ilkesini geçerli kılıyor. Mutlak çoğunluk ilkesinin ise siyasi rekabete giren parti sayısını azaltacağı hesap ediliyor. Bir diğer deyişle başkanlık sistemi parti sistemindeki mevcut daralmanın AKP lehine devam etmesini sağlayacak bir düzenleme. 

***

Bu durum sadece Türkiye için geçerli değil. Seçimli otoriteryan bir rejimi devam ettirebilmenin en önemli yolu parti sistemini kapatmak. Hindistan, Rusya, Macaristan, Türkiye ve daha pek çok ülkede birbirine şaşırtıcı derecede benzer siyasal taktikler kullanan hükümetler iktidarda. Bu hükümetler pek çokları tarafından otoriteryan olmakla suçlanıyor, çünkü bu ülkeleri yöneten hükümetler otoriteryanizmin ayırt edici temel mekanizmalarını toplumsal/siyasal yaşamı düzenlemek için kullanıyorlar. 

Otoriteryanizmin son derece tipik ortak özelliklerini taşıyan bu rejimler aynı zamanda demokrasinin temel gerekliliği olan seçimleri de gayet etkili bir araç olarak kullanıyorlar. Her ne kadar askeri rejimler (Mısır) ya da tek parti rejimleri (Çin) birer otoriteryanizm formu olarak tamamen ortadan kaybolmadıysa da, günümüzün tipik otoriteryan rejimleri iktidarda kalabilmek için yeniden seçilmeyi garanti altına almaya çalışıyorlar.

Demokrasinin formel gerekliliği olan seçimler ile otoriteryanizmin ayırt edici mekanizmalarının birlikte kullanıldığı bu durum, “otoriteryan intibak” sürecinin bir sonucu. Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin (ve bu sistemi yöneten ana aktörlerin) seçimdışı yollarla iktidara gelmiş hükümetlere yönelik artan toleranssızlığı bu intibakın önemli bir nedeni. İntibakın bir başka nedeni de uluslararası devletler sisteminin ana aktörlerinin (ve liberal demokrasinin merkezinin) liberal demokrasiyi çerçeveleyen temel hak ve özgürlükleri kendi içinde aşındırmış -hatta onlardan vazgeçmiş- olması.

Üstelik fikirlerin ve insanların olağanüstü bir hızda aktığı bir dönemde bu akışa sınırları baskıcı bir biçimde kapatarak yanıt veren otoriteryan formların uygulanabilirliği de kalmamış durumda. Tam da bu nedenlerden dönemin hegemonik siyasal biçimi medya, partiler, seçimler gibi demokrasinin biçimsel kurumları ile (elbette bunların hepsinin altı oyularak) otoriteryan mekanizmaların birleşimi olarak tezahür ediyor.

Hiç kuşkusuz otoriteryan iktidarların seçimleri kullanması yeni değil ama hem seçimlerin kesintiye uğramadan devam etmesi; hem de seçimlerin (geçmiş otoriteryan rejimlerden farklı olarak) göreli bir muhalefet olanağı sunması yeni bir durum. Üstelik bu otoriteryan hükümetler şaşırtıcı bir biçimde ekonomik ve siyasal krizlere karşı dayanıklılar. Başka durumlarda hükümetleri birkaç günde koltuğundan edebilecek krizler, bu hükümetleri güçlendiriyor.

Peki, bütün bunlar nasıl oluyor? Bütün siyasal ve iktisadi krizlere rağmen nasıl bu rejimler sürekli seçim kazanan bir mekanizmaya dönüşüyor? Neden onlara yönelik halk desteği sürekli yüksek oranlarda kalabiliyor?

Bunu mümkün kılan (ve neredeyse bütün seçilmiş otoriteryan sistemlerde ortak olan) ana mekanizma yazının başında ifade ettiğim gibi parti sisteminin kapatılması. İktidar partileri karşılaştıkları her yeni duruma mevcut partilerin siyasal kimliğine bürünerek, böylece yeni meydan okuyucuların ortaya çıkmasını engelleyerek karşılık vererek yönetmeye devam ediyorlar. Bunu yaparken de iktidarda olmanın tüm avantajlarını kullanmaktan çekinmiyorlar. Elbette siyasal muhalefet arttıkça engellemenin dozu ve gücü de artıyor, rejimin baskıcı/otoriteryan yüzü daha fazla açığa çıkıyor.

Meydan okuyan partiler baskı ve şiddet kullanılarak yola getirilebildiği gibi seçmenin oy tercihlerini etkileyecek partiler kurmak ya da var olan partiler ile örtük/gizli antlaşmalar yapmak da bir başka seçenek. Örneğin Putin liberal seçmenlerin oylarını almak için kendi eliyle Liberal Parti kurdurabiliyor. Ya da partilerle farklı bölgelerin temsiliyetinin devredilmesi üzerinden örtük/gizli antlaşmalar imzalıyor. İkna edilemeyen muhalefet liderleri ise Mikhail Khodorkovsky örneğinde olduğu gibi vergi suçundan hapse giriyor ya da Aleksei Navalny örneğinde olduğu gibi kim olduğu belirsiz kişilerin saldırısına uğruyor.

Bir diğer deyişle bu rejimleri yöneten siyasal partilerin seçimleri kaybetme olasılığı teorik olarak mevcut. Ama bu olasılık sadece teorik. Gerçekte bu rejimler siyasal partiler sistemini kapatarak, anlamlı bir muhalif siyasi hat oluşumunu bilfiil engelleyerek kendi partilerini seçim kazanan bir makineye dönüştürüyorlar. Üstelik teorik olarak seçimleri kaybetme olasılıkları olmasına rağmen, seçimleri kaybetmiyor olmaları bu rejimlere ciddi bir ulusal ve uluslararası meşruiyet de kazandırıyor.

***

Bu son dönemde siyasal partiler üzerinden yaşanan kongre ve dokunulmazlık tartışmaları tam da bu bağlam içinde anlamlı. İktidar kanadında iktidarın sürekliliği için mevcut parti statükosunun korunması ve yeni meydan okuyucuların bertaraf edilmesi gerekliliği artık içsel bir bilgi haline gelmiş durumda. Siyasal iktidara güçlü bir biçimde meydan okuyan partiler ortaya çıktıkça da baskının dozu artacak. Parti ve devlet birleştikçe ve parti siyaseti anlamını yitirdikçe milli iradenin tecellisi daha fazla oranda partisiz aktörler (örneğin muhtarlar) üzerinden anlatılacak. 

Schattschneider’a dönerek yazımı bitireyim. Ciddi bir parti rekabetinin olmadığı hiçbir siyasal sistemde demokrasi ve milli iradeden söz edilemez. Türkiye’de mevcut durumun değişmesi parti sisteminin değişebilmesine, siyasal sistemdeki partilerin etkin bir rol kazanabilmesine bağlı. Bu mevcut partilerde bir içsel düzenleme ve silkinme, sağ partiler arasındaki farklı seçmen tercihlerini kamusal alana taşıyabilecek yeni siyasal partiler ve gelecek odaklı güçlü bir siyasal muhalefetin oluşumunu gerekli kılıyor.