Irkçılık ve Demokrasi Ülkesi ABD
Ela Bilgen

Amerika Birleşik Devletleri 2014’te yaşanan Ferguson olaylarından sonra bir kez daha siyahlara yönelik polis şiddetine karşı atılan isyan çığlıklarıyla yankılanıyor. 5 Temmuz’da Lousiana’da Alton Sterling, 6 Temmuz’da ise Minnesota’da Philando Castile isimli iki Siyahın polisler tarafından yakın mesafeden ve üstelik Sterling yere yatırılmış, Castile ise kız arkadaşı ve onun 4 yaşındaki çocuğuyla birlikte arabasının içindeyken vurularak öldürüldü. Her ikisinin de ölüm anına ilişkin video kayıtları sosyal medyada yayınlandı ve pek çok kişi tarafından büyük bir tepkiyle paylaşıldı. Ardından pek çok eyalette sokak eylemleri başladı. Buraya kadar dünya basınına yansıyanlar, artık neredeyse sıradanlaşmış ölümlere bir yenisinin eklenmesinden ibaretti. Ancak 7 Temmuz gecesi Dallas’ta gerçekleşen gösteriler sırasında bir Siyahın 5 Beyaz polisi öldürmesiyle olayların rengi değişti. Nitekim Başkan Obama da başlangıçta, protestolara karşı itidal çağrısı yapmakla yetinmişti. Ancak polislere karşı gerçekleştirilen saldırı üzerine, NATO Zirvesi için bulunduğu Polonya’dan apar topar ülkesine dönen Obama dâhil, devletin zirvesi soluğu Dallas’ta aldı.

Şimdi olduğu gibi 2014 yazı da, bir ay içinde silahsız iki Siyahın, polis tarafından öldürülmesinin ardından yoğun protestolara sahne olmuştu. Gösteriler Missouri Eyaleti’ndeki Ferguson’dan başlayarak tüm ülkeye yayılmış ve polisin sert müdahalesiyle karşılık bulmuştu. 5 Temmuz’dan bu yana yaşanan olayları da belki Ferguson’da açılıp henüz kapanmamış bir yaranın tazelenmesi olarak değerlendirmek gerek. Çünkü Ferguson’daki cinayetin faili olan polis memurunun “kendisine verilen yetkiler dâhilinde hareket ettiğine” karar verildi ve hakkında cezai yargılamaya gerek görülmedi. 2015’te bu kez Maryland Eyaleti’ndeki Baltimore’da gözaltına alınan bir Siyah, gözaltındayken aldığı yaralar sonucunda hayatını kaybetti. Bu olaydan sorumlu tutulan polisler hakkında yargılama başlatıldı. Ancak geçtiğimiz Mayıs’ta da bu polislerden biriyle ilgili ilk kararını veren mahkeme, polis memurunun suçsuz olduğuna hükmetti. Bir yandan hukuksuzluğu pek çok insan hakları örgütü tarafından ilan edilmiş olan ölümlerin devam etmesi, bir yandan da bu ölümlerden sorumlu olan polisler hakkında kararlılıkla sürdürülen cezasızlık politikası Siyahların yaralarının kapanmasına engel olmakta.

Sterling ve Castile’in ailelerini ziyaret etmemiş olan Obama, saldırıya uğrayan polislerin cenaze töreni için Dallas’a giderek medyanın dikkatini protestoculardan bir parça uzaklaştırmış oldu. Yine de pek çok eyalette sokaklar eylemcilerle dolup taşmaya devam ediyor.

2012’de yine silahsız, 17 yaşındaki bir Siyahı öldüren Beyaz komşusu cinayetten aklanmış ve bunun üzerine özellikle sosyal medya aracılığıyla, Siyahların Hayatı Değerlidir (#BlackLivesMatter) ismiyle ırkçılık karşıtı bir hareket başlatılmıştı. Siyahların sistematik ve kasti biçimde öldürülmesine tepki olarak doğan hareket, kurulduğu günden bu yana sokak eylemlerinin de baş aktörü oldu. Hareketin üyeleri bu son protestolarda da ön saflarda yer alıyor ve “adalet yoksa barış da yok” diye haykırıyorlar. Öldürülen Philando Castile’in ailesi de Siyahlara karşı sessiz bir savaş yürütüldüğünü dile getirmekte. Ayrıca polisin görevinin kendilerini korumak olduğunu belirtiyor ve bu nedenle Castile’i vuranların polis olarak nitelendirilemeyeceğini söylüyorlar.

Hâl böyleyken ABD nasıl aynı anda ırkçılığın ve demokrasinin beşiği olarak anılabiliyor? Bu durum “gelişmemiş” ülkelere “Batı”yı referans gösteren insan hakları savunucularını zaman zaman zora soksa da, açıklaması güç bir durum değil. Dünya-sistemleri analisti Immanuel Wallerstein’e başvurarak, içinde yaşadığımız kapitalist dünya sisteminin işleyebilmek için ırkçılık ve cinsiyetçiliğe, kendisini meşrulaştırabilmek için de (demokrasi ve eşitlik gibi ilkelerin herkes için geçerli olduğunun savunulması anlamında) evrenselcilik ve meritokrasiye ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz. Irkçılık ve cinsiyetçilik basitçe, emeğin ucuza mal edilebilmesine olanak verir. Ancak aşırıya kaçtığında mağdurların, işgücü piyasasından dışlanmasına neden olacağından belli bir dozda kullanılmalıdır. Evrenselcilik ve meritokrasiyse, evrensel değerler ışığında yeteneğe dayalı ve eşitlikçi bir sisteme duyulan inancı güçlendirir. Ancak eşitsizlikçi yapısı gereği kapitalist dünya sistemi, tam bir evrenselciliğe karşıdır. Bu nedenle küresel sistem temelde evrenselcilik ve ırkçılık arasında kurulan bir dengeye ihtiyaç duyar. [1]

ABD’nin bir yandan hak ve özgürlüklerle, bir yandan da ırkçı şiddetle anılması, her ikisini de aşırıya kaçmadan hassas bir dengede tutmak konusundaki başarısına işaret ediyor(du). Ancak son olaylar bu “başarı”nın sürdürülebilirliği konusunda soru işaretleri doğuruyor. Zira artık “Beyaz polislerce avlandıkları” hissini taşıyan, Siyahlar ve Beyazlar için ayrı adalet sistemlerinin işlediğine inanan kurban yakınlarının ve Siyahların Hayatı Değerlidir hareketinin ifadelerinde somutlaştığı üzere, devlet kurumlarına duyulan güven derin biçimde sarsılmış durumda. Devletin başında bir Siyahın bulunması ise Siyahlar açısından iktidara yönelik meşruiyeti pekiştirmek bir yana, apaçık sembolik ve aldatıcı bir unsur olarak görülüyor. İktidarın kurduğu dengenin, ırkçılık lehine bozulmakta olduğu açık. Belli ki Kasım’da seçilecek yeni başkanın önüne gelecek ilk sorunlardan biri de bu olacak.


[1] Etienne Balibar ve Immanuel Wallerstein, Irk Ulus Sınıf Belirsiz Kimlikler, Çev. Nazlı Ökten, 4. Basım, İstanbul, Metis Yayınları, 2007 içinde Wallerstein, “Kapitalizmin İdeolojik Gerilimleri: Irkçılık ve Cinsiyetçilik Karşısında Evrenselcilik”, s. 48-49.