Devleti Ele Geçirirken Demokrasiyi Öldürmek
Yüksel Taşkın

Niccolo Machiavelli (1469-1527), Prens’in devlet eliyle toplumu yeniden şekillendirebileceğine dair kanaatini kayda geçirdiğinde “her şeye gücü yeten devlet” algısının modern dünyanın bilincine sızmaya başladığı söylenir. Kilise’nin daha o vakitlerde bir kaşık suda boğmak istediği “şeytanın eli” Machiavelli’ye göre, “kitle”, hamur gibi yoğurulabilir, şekil verilebilir bir nesnedir. Kitleler akıllarıyla değil anlık tepkileriyle, duygularıyla hareket ettiklerinden, Prens (Lider=Devlet) gerekirse büyük bir oyuncu gibi hareket ederek onları etkiler ve siyasi hedeflerine ulaşır.

Bu türden Machiavelli kötülemelerini genellikle bir tür olumlama barındırabilecek bir anımsatma izler: Ama onun bir “davası” vardır. Devlet (Her şeye gücü yeten yönetici), halkı görkemli Roma ayarlarına göre yeniden yaratacak (ihya edecek); birlik olmayı öğrenen bu halk, Roma Cumhuriyeti’nin görkemiyle yönetilme erdemine kavuşacaktır. 19. yüzyılda meşhur bir başka İtalyan, “İtalya’yı yarattık, sıra İtalyanlarda” dediğinde, Machiavelli’nin açtığı yoldan yürüdüğünü gayet iyi biliyordu.

Buradaki siyasal değişim modeli çok tanıdıktır: Buldozer devlet veya Hobbes’un Canavar (Leviathan) devleti, kıracak, dökecek, öldürecek, ideal halkı ve devleti (yeniden) inşa edecek. Peki ondan sonra ne yapacak? Liberallere göre devlet, bir defaya mahsus devrimci hareket ederek yeni düzeni kurduktan sonra birden bire edilgenleşecek, gönüllü rütbe kaybını kabullenerek gece bekçiliğini üstlenecekti. Oysa bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Siyasal liberalizme en fazla yaklaşılan ülkelerde bile, devlet etrafında oluşan ittifaklar, demokrasi aleyhine açık veya gizli işlere giriştiler. Böylece modern siyasetin en önemli gerilimlerinden birisi ortaya çıktı: Devlet etrafında oluşan müesses nizam ve demokrasi arasındaki gerilim. Bu elbette tek gerilim hattı değildir ama diğer gerilim hatlarının kavşak noktasını oluşturma kuvvetine sahiptir. 


Bu modern siyaset anlayışı iki tür şiddet barındırdığı için eleştirilmeye muhtaç: İktidarı ele geçirirken ortaya çıkan şiddet. Daha sonra da toplumu mühendislik nesnesi haline getirerek hamur gibi yoğurmaya yeltendiğinde yarattığı şiddet. Fiili gücün zamanla yeni rejimin hukukuna dönüştürülmesi, elbette kurucu şiddetin hafızasını yok edemiyor. Asıl sorun, muhalif toplumsal güçlerin bu hafızadan ne tür siyaset yapma tarzları devşirdikleri. Daha somut bir ifadeyle söylersek, Cumhuriyetçi yeni insanın karşısına, “Müslüman Türk’ün yeniden ihyasını” koyduğunuzda, kullanmak durumunda olduğunuz araçlar bakımından çok büyük bir fark kalmıyor. 

Bizde de demokrasi fikri, yeni insanı yaratma veya eskisini tarihten çıkararak yeniden ihya etme heveskârlığının gölgesinde kaldı, kalmaya da devam ediyor. Sanırım 21. Yüzyılda darbelerle türbülansa girebilen bir sistemin en zayıf halkasını burada aramak lazım. Neredeyse tüm muhalif hareketlerin, muhalefette demokrasi nutukları atıp, iktidarda hızla otoriterleşmelerini başka nasıl izah edebiliriz? İnsan doğasının mutlak kötülüğüyle mi?

Bizde sol ve sağ hareketlerin büyük çoğunluğu, Kemalizm’in kurucu volontarizminden (iradecilik) fazlasıyla etkilendiler. Güçlü bir lider etrafında kenetlenerek devleti ele geçirmek, dönüştürücü veya yeniden ihyacı siyasetlerin açık veya gizli tercihleri haline geldi. Demokrasinin araçsallaştırılması veya küçümsenmesi, 1970’lerde çok da sorun edilmeyen bir modaydı zira “halk demokrasisi” veya “sosyalist demokrasi”nin daha ileri bir aşamayı işaret ettiği iddia ediliyordu.

Elbette tüm bu süreçlerin açığa çıkardığı iktidar sıtması da hafife alınmamalı. 1970’lerin “zinde güçler” yoluyla “sandık demokrasisini” aşacağı var sayılan sosyalist demokrasi inşa çabalarında, “okumuşların” kestirmeden iktidara konma sıtmalarının rolünü de hafife almamalı. O zamanın sol cunta heveslisi guruplarının, kilit kurum olarak orduyu görmeleri de tesadüf değildi. Ordu, devletin kilidiydi. Devlet ele geçirildiğinde, gerici toplumsal yapılar tasfiye edilecekti. Böylece ilerici toplumsal yapıların önü açılacaktı. Ne var ki, “zinde güçler” iktidarı aldıkları yerlerde, on yıllarca iktidarda kaldıkları, “bitkin güçlere” dönüştükleri halde, iktidarın topluma devri veya toplumla paylaşımı bir türlü gerçekleşemedi. “İç ve dış düşmanlar hiç uyumuyorlardı ve birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok muhtaçtık.”

Devleti ele geçirme kültürünün, sol cuntacılığın, sol demokrat çevrelerde yoğun eleştirilere maruz kalması için, 1980 sonrasını beklemek gerekti. Burada çok enteresan bir durum ortaya çıktı: Eski devrimciler, geçmişteki siyaset kültürlerini acımasızca eleştirirken, sağcıların genel tutumu, “Bak biz dememiş miydik, solcular yanlışlarını nasıl da anladılar” şeklinde bir öz güven patlamasına kapılmak oldu. “Sol, milli değildi. Milletine yabancıydı” gibi kültürel açıklamalar, solun entelektüel hegemonyasını yerle yeksan etmek adına hevesle sahiplenildi. Solcular, Soğuk Savaş sonrasını yoğun özeleştiriyle geçirirken, sağ çevrelerin genel tutumu “tarihi hakikatlerin onların haklılığını açığa çıkardığı” rahatlığına sığınmak oldu.

Oldum olası özeleştiri yapmayan, hep ötekileri itham etmeyi seven sağ çevrelerin son 15 yılda ürettikleri siyasetin, dönüp dolaşıp devleti ele geçirme heveskârlığına demirlemesi, artık yüzleşmekten kaçılamayacak bir meseledir. Bugün AK Parti, bütün iradesini tek bir lidere devreden bir oluşumdur ama kurum değildir. “Cumhuriyet’in geçici bir parantez oluşturduğu” “milli insanı” yeniden inşa eksenli dava söyleminin, demokrasinin olmazsa olmazı olan güven inşasını imkânsızlaştırdığı açıktır. “Kazanan hepsini alır” veya “devleti ele geçiren yeni oyunun kurallarını tek başına belirler” zihniyetiyle, demokrasi konsolide edilemez. “Kazanan hepsini alır” zihniyeti, muhalif çevreleri varoluşsal kaygılara sokar. Çünkü karşılarında kendilerini tarih dışı gören ve tasfiye etmeye yönelen bir iktidar vardır. AK Parti’nin bugünkü durumu budur. Buradan çıkabilmesi için gerekli eleştirellik, kendi etrafındaki entelektüellerde veya siyasetçilerde mevcut mudur? Özeleştiri kültürü, bu cenahta ne kadar kabul görmektedir. Mevcut durumda içeriden yapılan eleştirilerin gayrı-meşru görüldüğü, kimi zaman hainlikle özdeşleştirildiği açıktır.

Sağ’ın diğer güçlü yapısı olan Gülencilere baktığımızda gördüğümüz manzara daha da iç karartıcı. Yıllarca Kemalistleri, Komünistleri, Modernistleri v.b “devleti ele geçirmekle” itham edenlerin, meğerse içten içe “ötekilerine” özendikleri ortaya çıktı. Meğerse devleti ele geçirecek özne olma arzusunun kamuflajıymış bu eleştiriler. Kendi “zinde güçlerini” yani “Altın Nesilci” rüyalarını gerçekleştirmek adına etik tüm kodları bir yana bırakarak ordudan diğer devlet kurumlarına “sızıntı” yapma kararlılıkları, başka nasıl açıklanabilir. 

Yine sağ çevrelerin kendilerini liberal veya demokrat olarak adlandıran ve AK Parti’ye ve diğer sağ güç odaklarına karşı en azından nispi özerkliğe, belirli bir mesafeye sahip bir tekil küme yaratamamış olmaları da bir vakıadır. Son AK Parti-Gülenciler kavgası, sağ cenahın “liberallerini” bu iki aktör arasında bir tercihe zorlamış görünüyor. Elbette bu kavgada ilkesel olarak bir siyasi partiyi tercih etmek anlaşılabilir. Bu durumda, liberal veya demokrat olduğunuz için, ilkesel destek verdiğiniz partiye de eleştirel bir mesafede konumlanmanız gerekmez mi? Bunu sağ cenahın içinden gelip yapabilen liberal veya demokratlar, bir elin parmaklarını geçebilirler mi, emin değilim.

Devleti ele geçirmeyi etik veya reel nedenlerle doğal sayan anlayışların demokrasiyi konsolide edemeyecekleri açıktır. Devlet eliyle toplumu yeniden inşa etmek veya eski kodlarına döndürmek için yeniden ihya etmek, kaçınılmaz olarak dışlayıcılıkla, tasfiyecilikle yol almak durumundadır. Bunun da bir şiddet türü olduğunda ve etik olmadığında anlaşan demokratların sayısı arttıkça, 2016’da yaşadığımız darbe kalkışması gibi türbülanslar tam anlamıyla tarih olabilirler. Ele geçirme siyasetinin kendisi, bu türden darbeleri tasavvur etmeyi ve gerçekleştirmeyi mümkün hale getirmektedir. Demokrasi, mevcut toplumsal çoğulluğun “giderilmesi gereken bir arıza” olduğuna inananlarla inşa edilemez. Demokrasi, bu çoğulluğun kalıcı ve olumlu olduğu bilinciyle var olabilecek bir birlikte yaşama yöntemidir…