İnsan Haklarını Savunmamak
Ela Bilgen

Güneydoğu Asya’nın yedi bin adalı ülkesi Filipinler’in, insan haklarını umursamadığını açıkça söyleyen bir devlet başkanı var. Rodrigo Duterte, Davao Belediye Başkanı olarak geçirdiği 22 senenin ardından geçen Mayıs’ta, %39 gibi büyük bir oy oranıyla devlet başkanı seçildi. Duterte ilk olarak, Davao’da suç oranını azaltmak için başvurduğu ilginç yöntemlerle insan hakları örgütlerinin dikkatlerini üzerine çekmişti. Aralarında sokak çocuklarının da bulunduğu binden fazla “şüpheli”ye yönelik yargısız infazlarla gündeme gelen Davao’nun meşhur “ölüm takımları”nı bizzat Duterte’nin oluşturduğu iddia edilmekteydi. Kendisi de bunu yalanlamadı ve hatta devlet başkanlığı yarışında dile getirdiği vaatler arasında çok daha fazla suçlunun “doğranması”, ülkenin uyuşturucu satıcılarından temizlenmesi ve hapishanelerdeki binlerce mahkûmun öldürülmesiyle şiddet sorununun kökünden çözülmesi de vardı.

Seçim kampanyasını dünya çapında üne kavuşturansa 1989’da, belediye başkanlığını yaptığı Davao’da tecavüze uğrayan ve öldürülen Avustralyalı bir kadınla ilgili sarf ettiği sözler oldu. Kadına çok yazık olduğunu belirtti ama hemen ardından “çok güzel olduğundan önceliğin Belediye Başkanına verilmesi gerektiğini” söyleyiverdi. Bu “şakası” ülkedeki ABD ve Avustralya büyükelçilerinin tepkisine yol açtı. Duterte’nin seçimlere müdahale olarak yorumladığı bu tepkilere cevabıysa ABD elçisine yönelttiği cinsiyetçi ve homofobik hakaretler oldu.

Seçildikten hemen sonra ise yasadışı uyuşturucu ticaretiyle ilişkili oldukları iddiasıyla orduda, emniyette, yargıda ve Meclis’te görev yapan pek çok kamu çalışanının ismini açıklayarak bu kişileri hedef tahtasına oturttu. Üstelik listenin doğruluğu da şüpheli çünkü listede yer alan isimlerden bazılarının hayatta olmadığı, bazılarının da kamu çalışanı olmadığı iddiaları mevcut. Buna rağmen Duterte, asker ve polislere, görevleri sırasında sebep oldukları ölümler nedeniyle yargılanmayacakları konusunda teminat verdi.

Göreve gelir gelmez kolları sıvadığı bir başka faaliyet de, 2006’da kaldırılmış olan idam cezasının yeniden yürürlüğe sokulması oldu. Üstelik kurşun zayiatını önlemek adına asarak öldürmenin daha iyi olacağını öne sürerek cezanın infazına ilişkin yöntemi de belirledi.

Muktedirlerin, iktidarlarına sınırlar koyan insan haklarını uygulamaya hevesli olmadığı bir gerçek. Nitekim dünyada, hak temelli örgütlerin eleştirilerinden nasibini almamış yönetim yok gibi. Duterte’yi mevkidaşlarından ayıransa, bu hevessizliğini gizlemeye çalışmıyor oluşu. Pek çok hükümet ve devlet başkanının söylem düzeyinde de olsa bağlılık gösterdiği, atıfta bulunduğu hak ve özgürlükleri umursamadığını açıkça ortaya koyuyor. Ancak hakları hiçe sayan uygulamalarına rağmen büyük bir çoğunluğun desteğini kazanmış olması Filipinlilerin, insan haklarıyla savunulan değerlere karşı oldukları ya da haklarını savunmaktan geri durdukları anlamına gelmez.

Adını da bir İspanya kralından alan Filipinler 16. yüzyıldan 1898’e dek İspanyol sömürgesiydi. Bu tarihten sonra İspanya, ülkedeki “hak”larını ABD’ye devretmek zorunda kaldı ve II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bölgede ABD hâkimiyeti devam etti. Savaş sonrasındaysa Filipinler, ABD etkisinde kurulan dünya sisteminin bir parçası oldu: Birleşmiş Milletlerin kurucuları arasında yer aldı, IMF ve Dünya Bankası’na üye oldu. Bunların yanı sıra elbette insan hakları antlaşmaları ve uluslararası hukuk düzenlemelerine taraf olarak yeni sistemin hukuki boyutunun da bir parçası haline geldi. Ancak Batı’nın insan hakları kurgusu, eski sömürgelerin ve “gelişmiş” dünyanın bir parçası olamayanların gerçekleriyle hiç uyuşmadı. Fransız Devrimi’nden bu yana yeterince uluslaşmış olan devletlerinde, kültürel hakların temel insan haklarından olup olmadığını tartışan Batılıların daraltılmış “insan hakları”, kuruluşları ancak II. Dünya Savaşı’nın ardından gerçekleşen (150’den fazla dilin konuşulduğu) Filipinler gibi çok etnili “ulus” devletlerin insan hakları ihtiyacını da karşılayamadı. Zira Batı, ezilenlere bir umut olarak insan haklarını ortaya atarken, bir yandan da bu hakların vadettiği onurlu yaşam ve eşitlik gibi ilkelerle hiç de bağdaşmayan küresel kapitalizmi hızla yaymaya çalışıyordu. İnsan haklarıyla oluşturulan güzel gelecek tasavvurunun, gerçeğin vahşetinin gizlenmesi için bir araç olduğu, özellikle de son mülteci krizleriyle iyice gün yüzüne çıktı. Bu nedenle muktedirlerin açık veya örtük biçimde insan haklarını savunmuyor oluşu, hakların muhataplarını infiale uğratmıyor. Bu haklardan vazgeçtikleri için değil, kendilerine vadedilen hakların gerçekliğini sorgulamaya başladıkları için… Küresel kapitalizm, hem de en sevimli yönünden başlayarak aşınıyor.

Fransız felsefeci Marcel Gauchet, Batı’nın dünyaya sunduğu demokrasi anlayışını “haklar demokrasisi” olarak nitelemekte. Demokrasinin bir yandan toplumu oluşturan parçaların özgürlüğünü, bir yandan da toplumun kendi kendini yönetmesini içermesi gerekirken, sadece daha fazla bireysel hak için mücadele veren haklar demokrasisinin bu ikinci bölümü ihmal ettiğini dile getiriyor. Filipinler örneğinden hareketle küresel kapitalizmin yarattığı eşitsizliğin toplumları, Gauchet’nin bahsettiği şekliyle tam bir demokrasi arayışına yönelttiğini söyleyebilmek için çok erken. Ancak en azından siyasiliğinden arıtılmış yalın bir hak mücadelesinin sınırlılıkları artık açığa çıkmış görünüyor. Mevcut yönetimlerin iktidarlarını meşrulaştırmak ve ezilenleri sakin tutmak için artık hak vaatlerinden fazlasına ihtiyaçları var.


[1] Marcel Gauchet, Yurttaşını Arayan Demokrasi, Der. ve Çev. Zeynep Savaşçın, İstanbul, İletişim Yayınları, 2013, s. 58.