Lan!
Derviş Aydın Akkoç

Ne gerek var bunca tantanaya, bunca hırgüre! Sahih manada tantana ve hırgür değilse ortalığa saçılanlar. Gelgeç köpürmeler, anında unutulan hayıflanmalar, duşa kabin hasetler. Bu gitmeler gelmeler hele, kendini olur olmaz ciddiye almalar, bu böyle daima “kendini bir evrensel kurtuluş” sanmalar... Çözülmemiş muammaları çözdüm edalarıyla caka satmalar. Mesela sigortalı âlim kesilmeler: yerli yersiz “hakikat” yahut “varlık” demeler. Ya da kurumsal filozof olmalar: “töz” möz, “kip” mip diye geviş getirmeler, ardından maaş almalar. “Belediye şairi” olmalar: üç otuz paralık kelimeleri yan yana getirmeler, kafiye cambazlıkları yapmalar, kör göze parmak misali sunulan garabetin adına da şiir demeler. Abuk sabuk hikâye kırıntılarından baş yapıt kıvamında roman ya da öykü çıkardım diye gerdan kırmalar... Bu vasat altı topraklarda nasıl da kolay bir şey: şu “olma” denilen fasıl. Herkes bir “makama” çoktan varmıştır, dert bir makama varmakta değil elbette, “çoktan” varmış olmakta; “çoktan”da birikip saçılan ahmakça kibir de cabası: kurumlanmalar, yavanca poz kesmeler, dolaylı şiddet seremonileri, cıvık dil kurnazlıkları, entelektüel iktidarsızlık dışavurumları, yani maharetle maskelenmiş namussuzluklar, hürmetsizlikler... 


***

Bu çorak diyarlarda “oluş” mefhumu gaddarca öldürülmüş, “olma” ise hepten tamamlanmıştır. Kimse talebe değildir; yani bilmediği, henüz öğrenmediği şeye talip değildir; açık olmanın yerinde yeller eser, kapanmıştır zihnin kapıları, zira herkes dört başı mamur muallim, ful aksesuar münevverdir. Hâsılı bir tahsil, birkaç makale, bir iki fiyakalı isim, bir de yabancı lisan... Tamamdır! Olunur. Ne isteniyorsa o olunur. Mutlaka olunur. Her defolu malın bir kör alıcısı vardır ne de olsa. Ve bir kez olduktan sonra dünyayı hizaya çekme, yeri geldiğinde paralama, çekidüzen verme mubahtır artık. Hayatın kendi bilgisi varmış, bu bilgiden herkes nasibini alırmış, ne önemi var bütün bunların. Öyle ya, adam ya da kadın dünyanın bilgisini yüz kırk karaktere sığdırmıştır zaten. Ota boka yönelik kanaat döküntülerini, André Malraux’nun lafıyla “fikir kadavralarını,” sözüm ona imbikten geçirilmiş, billurlaşmış düşünceler olarak gümüş tepsilerde sunmanın şehveti gibisi de yoktur. Bilgili görgülü kişinin pek de tanıyıp bilmediği varlıklara ayar çekmeden duyduğu hazda yankılanan zavallılık da, çok sonra anlaşılır belki. Ya da anlaşılmaz da kalın koyu bir kumaş gibi uzayıp gider. Zira kendilerine dair sarsılmaz inançları vardır bu müsveddelerin. Asla zedelenmeyecek bir “pozisyon” sahibidirler; duruşları kadar “durdukları yer” de önemlidir. Bir milim sapmazlar yerlerinden. Korunaklıdır, sıcak ve rahattır çünkü bu yer. Neden başını uzatıp da öte yana baksın ki! Hem çerden çöpten sözlerini, ipe sapa gelmez jestlerini ve edalarını bu geçirimsiz pozisyonlarından savururlar. Daha vahimi ise hayatı yoksulluk, çaresizlik içinde geçmiş bir büyük sanatçının yahut düşünürün sırtında pervasızca at koştururlar, hal böyleyken kendi konforlu, unvan üstüne unvan ilerleyen hayatlarına da bir an olsun bakmazlar, bahis konusu sanatçıyı ya da düşünürü bir asalak gibi kemirir, kanından beslenirler de hiç utanmazlar. Hakikaten de hiç utanmazlar. Hiç utanmazlar. Hiç utanmazlar…

***

Her şey bunca darmadağın ve saçma sapanken, modern “akıllı” bireyin çıkıp da konuşmanın ve susmanın hududunu belirme hadsizliği ise evlere şenliktir: Acım(ız) hakkında konuşamazsın, bilgimiz ve uzmanlığımız hakkında hiç konuşamazsın, ne yaparsan yap neticede “yabancı”sın, hem kolektif kimlik zırvalıklarımıza da bağlı değilsin, mesela sömürgecisin, dışarıdansın, o lanet bakışın var üstelik üzerimizde, yani kısacası her durumda zartsın zurtsun... Elbette bu pasaport işlemlerinde azıcık da Batı felsefesi, biraz ontoloji, biraz hukuk, biraz da formasyon girer araya... Ne âlâ!

***
Bu ülkeye has bu okumuş adamlar ya da kadınlardan müteşekkil tiplerin kendi varoluş düzlemleri vardır. Kentlilerdir. Vahşi ve saldırgan güdülerini törpülemişlerdir, eğitimleri boşuna değildir. Güya törpülenmiş güdüleri, idmanlı akılları, tensel açlıktan kıvrılan bedenleriyle mütemadiyen toplaşır, bir araya gelirler. Birbirlerini zerre sevmezler de severmiş gibi yaparlar; iliklerine kadar hınca ve hasede gömülmüşlerdir de, hiç çaktırmazlar, iğreti gülücükler atarlar, samimiyetsiz ilgiler geliştirirler, gövdelerini kasıp kavuran sefil duyguları geçiştirirler. Politika, felsefe, edebiyat ya da sinema hakkında üfürükten konuşurlar da, sözleri bitip de susmanın sancısı kendini duyurduğunda “karı kız” öyküleri anlatırlar. Her şeyleri anlamlıdır, yapıp ettikleri meşrudur, müdanasızca cephaneliklerini boşaltırlar, boyuna çamur atarlar, esip yağarlar. Ola ki, yahu ne oluyor diye soran olursa da derhal dikelirler, ardından savunmaya geçerler, azıcık ölçüp tarttıktan sonra da saldırırlar, bastırdıkları kinlerini, eğitimli hınçlarını kurban seçtikleri kişinin üzerine boca eder, sırıtmakta kullandıkları dişlerini, yalan söylemek üzere kurulu dillerini bir silaha çevirirler. Her şey gibi bu işi de iyi yapar, tereyağından kıl çeker gibi, gönül rahatlığıyla kaldıkları yerlerden devam ederler… Etsinler…

***

Yığınla öğrenilmiş poza, “ucuz özgürlüklere” rağmen her durumda gerçekten zavallıdır bu taslaklar… Ne söylenebilir ki daha başka. Vaziyet bu minval üzereyken, şimdi ben söylesem kesinlikle ayıp olur. Fakat yalan yok, “kızgınlık” denilen duyguyu ve aksiyonu hakiki bir “güzellik” formunda sunan Koltés söylerse de uygun bir kılıf olur: “Lan birbirini sike sike bitiremeyen siz değil misiniz!”