Kramp
Derviş Aydın Akkoç

Zalim döngüsü bir türlü kırılamayan bir zamanda yaşamaya mahkûm olmak: arzular, fikirler, duygular tekdüze; kentler, kediler, kargalar, saksılar ve sokaklar bile. Dün olanlarla bugün olanların aynı olduğu bezdirici bir varoluş düzlemi. Rutinin tiranlığı geçecek gibi de değil. Zira “değişim” değirmeninin taşları çoktan durmuş, “maddenin ıstırabı olan” hareketin çanına ot tıkanmış halde. Hareketin silindiği yerde, insan da düşünen bir varlık olmaktan çıktı sanki. Ya da düşüncenin kendisi tıkandı. Donup buza kesti. Zihinlerdeki buz kütlelerini kırıp parçalayacak çekiçlerin yerinde de yeller esiyor şimdi. Düşüncedeki donmayla bedendeki donmalar birbirine paralel elbette. İyi. 


***

Ne oldu da durdu tarihin saati: “Şimdi tarihte saat kaç?” Sayılar da mı buharlaştı yoksa: üç, beş, iki bin, hangisi? Bu nasıl bir kireçlenme böyle? Bu uğursuz çıkmaz sokakların mimarı kim? Çözüldü mü o bin yıllık sorular? Sonsuz cevaplar çağı mı? Kim soracak taze soruları, hangi meczup? İnsan buldu mu kendi kaybettiği “yer”ini? Nihayet toprağa mı basıyor ayakları? Hiç kimsenin kendine yabancılaştığı falan yok, herkes hiç olmadığı kadar kendisi! Nereden neşet ediyor bu saçma sevinç, kendini bulmuş olmaktan mı? Bu iddialı olma saplantıları, bu tamamlanmışlık duygusu? Paramparça bir düzen ama kendini bir sonraki güne mutlaka atıyor, nasıl oluyorsa atıyor? Lanet olsun! Bir o yaşıyor, geriye kalan herkes ölüyor. Unutmak ölmek midir? Kahve fincanları, otomobil markaları, çatal bıçak takımları, aynalar, bir iki uyduruk roman, maişet sıkıntıları, şu bu giriyor araya; girip de unutturuyor dünyanın hallerini; insanın açmazlarını, kör düğümlerini. Bağırası bile gelmiyor hiç kimsenin. Öyle ya içe gömülme, kapanma demleri... Hepten faydasız yalnızlıklar...

***

Gazeteleri, törenleri, bildiri ve mitingleri, uğuldayan kalabalıkları, bayrakları, erken seçimleri, fabrika önleri, tarih kitapları, uyku ve rüyaları, beş para etmez siyasası, envaiçeşit hassasiyeti ve düşünce kırıntılarıyla sefaletin egemenliğini kurduğu bir ilişkiler çokluğu. İyiden iyiye zombiye dönüşmüş bir varlık olarak insanı kuşatan, onu delik deşik eden bu ilişkiler karşısında yapılacak hiçbir şey yok. Boğucu ve bunaltıcı bir hava. Bir zamanların serin yamaçları, nazlı söğüt ağaçları, dağ esintileri sadece resimlerde artık. Doğa da öldü! Şirketler ve bankalar, “para tanrısı” kazandı savaşı, kim ne derse desin...

***

“Yeni” olanın bütünüyle çekildiği, “bir” hikâyenin artık olası olmadığı bir dünya bu. Her şey donuk ve silik, soğuk ve sahte. Hikâyenin (belki de “deneyim” denilen o sihirli kelimenin) tedavülden kalktığı bir eşikte cereyan ediyor her şey. Ya da belki de hiçbir şey cereyan etmiyor. Hiçbir şey kıpırdamıyor. Devinimin sonu, kramp vakitleri. Krampları sona erdirecek olan “olay” da bitmiş olabilir: kramptan taşlaşmaya! Bugün yarın kırılıp parçalanacak yüreği ve aklıyla; aktarılacak, anlatılacak, dinlenilecek bir hikâyeden yoksun olan “insan”: soluk sarı bir imgeden başka nedir ki? Şiiri yazılmış, daha da yazılamayacak, okunup unutulmuş bir imge! Bu yakışıksız imgeden arta kalan insan, kendini eşyanın hükümranlığına teslim etmekte mi buluyor teselliyi: Hakikatinden çoğun bihaber olduğu, büyülenmişçesine cezbine kapıldığı eşyayla ruhu tıka basa dolu! Çıkışsız ama bundan memnun, haris ve iştahlı, dilsiz dudaksız, sözsüz kimliksiz, bir hayaletten farksız...