Popülizm ve İdeoloji
Murat Belge

Geçtiğimiz günlerde “popülizm” üstüne birden fazla yazı yazdım (çoğu Birikim’de); bu genel konu da beni Mouffe-Laclau ikilisinin “popüler demokratik eklemlenmeler” kavramına getirdi. Dünya tarihinin şu aşamasında “popülizm” çok önemli bir konu haline geldi. Seksen yıl önceki formülasyonlarla “şudur, budur” demekle açıklanacak bir şey değil. Yeniden ve ince ince araştırılması gerekir.

Kısaca söyleyecek olursak, “popülist politika”, insanların zihninde yüzyıllardır birikmiş, çoğu çelişik ve çoğu gerçeklikten kopuk genellemeyi, nosyonu, felsefe kırıntısını bir araya getirip bir iktidar aracı olarak “tutarlılık” görünümü verecek şekilde eklemlemekten geçiyor. İşte Trump: Amerikan toplumunun dinî, ırkî, etnik önyargılarını, korkularını, kaygılarını faşizan bir bütün (her yanından çelişki fışkıran bir “bütün”) halinde eklemledi. Koca Cumhuriyetçi Parti’nin Başkan adayı olarak ortalarda salınıyor.

Bugün Türkiye’de cereyan edenler de bunun çok uzağında değil.

İdeoloji kaçınılmaz olarak, tanımı gereği, hem paradokslarla dolu, hem de kendisi paradoksal bir olgudur.” Kendisi paradoksal” derken söylemek istediğim şu: bir yanıyla statik, değişmez bir şey (Althusser “ideolojinin tarihi olmaz” diyor, bu değişmezliğinden ötürü). Bir yandan da, kendi ögeleri arasındaki iç ilişkileri sürekli değişim halinde. Bu bakımdan bir iskambil destesine benzetebiliriz: desteyi oluşturan kartlar hep aynı, karonun dörtlüsü, maçanın sekizlisi v.b. Ama her karıştırıldığında bunların sırası değişiyor.

Dolayısıyla, Trump gibi bir adamın eklemlediği ideolojik söyleme (karıştırılmış deste) karşı, onun içindeki çelişkileri, açmazları açığa çıkararak bir alternatif eklemleme sunulabilir.

Sözünü ettiğim çelişkiler bir yandan ideolojinin nesnel gerçeklikle çelişmesinden kaynaklanıyor; bir yandan da, ideolojinin kendi ögelerinin birbirleriyle çelişmesinden. Örneğin bir yanda “kahraman Türk ordusu” var, “büyük Türk milleti”nin silâhlı gücü; ama bir yandan binlerce subayı kovuyor ya da içeri alıyoruz, “FETÖ” diye; FETÖ’nün kaynağı da “büyük Türk milleti”... Nasıl oluyor bunlar?

Bir yandan bunları düşünürken bununla ilgisiz görünen bir kitap okumaya başladım: Burak Onaran’ın bizim İletişim’den yayımlanmış, Mutfaktarih adlı kitabı. Bunun bir bölümünde yazar birilerinin Türkiye’de İslâm’ın “domuz” yasağına karşı geliştirdikleri “argümanlar”ı incelemiş. Bu olay bana şu yazılarda anlatmaya çalıştığım sorunun çok iyi bir örneği olabilir gibi göründü.

Bu arada yazarın kısa bir değinmesi de ilginç: Humeyni bir ayetullah olarak mersin balığının haram olduğunu söylemiş (bunu bilmiyordum). Gerekçe, pulsuz bir balık olması; yani Levi-Strauss’un yemek yasaklarına getirdiği açıklamayı tam doğrulayan bir olgu ama şimdi bu konuya giremeyiz.

Sonra, İran’ın başına geçmiş Humeyni’yi görüyoruz: mersin balığının helâl olduğunu ilân ediyor.

Durum açık, değil mi: bir “ayetullah” olarak bir “İslâm yorumu”; ama devletin başına geçince, mersin balığının ekonomik anlamı karşısında yeni bir yorum; ama tabii gene “İslâmî” bir yorum. “Nesnel gerçeklik”: bunun bir konumdan, sonra başka bir konumdan görünüşü.

İşte bu, söylemek istediğim: ögeler aynı, ama bunları öyle de eklemleyebilirsiniz, böyle de.

Burak Onaran’ın “domuz eti yemek”le ilgili verdiği Hakkı Milâslı örneği çok daha uzun ve ayrıntılı ve son derece ilginç.

Bir zamanlar Mustafa Ekmekçi’nin yaptığı gibi bu konuyu diline dolayanlar olmuştur. Onların yaklaşımı pragmatisttir: ekonomiye ne kadar katkısı olur? Bu “batıl itikatten” vazgeçelim, “afiyetle domuz yiyelim.” Bu yaklaşım, inanan bir Müslüman’ı elbette ikna etmeyecektir. Böyle bir “argüman”ı, dinlemeyecektir bile.

Ama İsmail Hakkı Milâslı kendisi mümin bir Müslüman ve o kimliğiyle domuz yemeyi savunuyor.

“Bilim”in egemen olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu çağda, malûm, domuz etinden “trişin” ve “tenya” geçebileceği tesbit edilmiş ve aynı zamanda bunların giderilmesinin de yolu bulunmuş. Bu çağda yaşayan Müslüman da bunları biliyor.

Nitekim Burak Onaran bizim Diyanet’in bunlardan söz ettiğini (internette) saptamış. “Modern Tıp”tan dem vuruluyor.

Bu, Milaslı için İslâm’ın her şeyi bildiğinin bir kanıtı. Daha kimse “trişin”den haberdar değilken, İslâm bunu haber vermiş.

Ama şimdi trişine çare bulunmuş. O halde domuz eti helâl olabilir.

Bir Müslüman, “Bizim için haramdır. Ben yemem”, dediğinde, bir Batılı, “Neden? O hastalık ihtimalleri giderildi? Nitelikli bir et. Niçin yemiyorsunuz?” diye soracak olsa, Müslüman’ın vereceği doğru dürüst bir cevap yok. Bu da İslâm’ı dar kafalı, batıl inançlı gösterebilir (ezelî “Batı kompleksi”; ama onu aşmak için yeni bir yol önerisi).

Kafasına bunu takınca, Milâslı, kendine somut “mehaz” da buluyor. Kur’an’daki metinde geçen “tezkiye” kelimesini (“temizleme” anlamında) alıyor ve “tezkiye edilmiş” domuzun haram olmaktan çıkacağını savunuyor. Bunlar, otuzlarda yazılıp çizilmiş, tartışılmış.

İslâm içinden gelen görece yeni bir düşünce akımı var: “Kur’an, evet, ‘Allah’ın kelâmı’dır; ama tarihte özgül bir halka, özgül bir çağda, özgül bir “tebliğ’dir. Bundan şu kadar yüzyıl sonra, “tebliğ’in esasını korumak şartıyla, ayrıntıları yeniden tartışabiliriz.”

Milaslı’nın domuz yorumu, bu daha geniş yoruma eklemlenebilir. Bu geniş yorum, yakın gelecekte, şimdi olduğundan çok daha genişlemesine tartışılacaktır zaten. İslâm’ın geleceği de, bir yanda IŞİD gibi olgularla bir yanda böyle bir yorum arasında kurulacak dengeler içinde biçimlenecektir.

“İslâm-içi bir tartışma” ihtimalini anlattım. Tabii ideolojinin sonu yok. Tartışmanın da bu iki tarafla sınırlı kalması zorunlu değil. Nitekim kalmayacaktır.

Şu anda Türkiye’deki gidişata bakınca, bu gelecek yorumlar pek gerekçi görünmeyebilir. Çünkü şu anda Türkiye’de siyasî İslâm hareketi bu gibi entelektüel alanlarda İslâm’ın adamakıllı muhafazakâr bir yorumundan yola çıkıyor. Çünkü bu hareketin önderliği bunu siyasî bakımdan kendi çıkarlarına daha uygun buluyor. Onun için her konuda (İslâm’a gerçekten uygun olup olmadığına da bakmadan) varolan en “ortodoks” anlayış neyse onu sahiplenmek ve Müslüman tabanı da her türlü entelektüel tartışmanın dışında tutmak gibi bir politika izleniyor. Ama şüphesiz bu tavrın ve bu politikanın da bir “miad”ı var; o “miad” dolunca, rakkas öbür uca savrulacak, tartışma, “engellenmiş” olmanın birikmiş enerjisiyle meydanı dolduracaktır.

Bu “engellenmişlik” enerjisi Türkiye’de ne zamandır var. Ama genel İslâm’ın içinde “içtihad bitti” denildiğinden beri var. Sonuçları da ortada.

“Mersin balığının pulu yok. Öyleyse haramdır,” buyurmuş Humeyni.

Sonra, bakmış olmuyor, “Pulu yok ama bu helâl olmayacağını göstermez” buyurmuş.

Türkiye’de AKP iktidar oldu olalı şu örneğin benzerleri tekrarlanıyor.

“Ergenekon”a bakın. Önce ne denmiş, sonra ne denmiş?

“Fethullah” olayına bakın.

Rus uçağını düşürünce neler söylemişiz? Rusya’dan özür dilerken neler söylemişiz – ve neler söylediğimizi Türkiye’de kamuoyundan nasıl saklamışız?

Say sayabildiğine.

Bunlar hep bu iktidarın ideolojik (ne demokratik, ne de popüler olan) eklemlemeleri. Bunların hepsinin kontra-eklemlemeleri yapılabilir ve zaten yapılıyor. Ama bunun bütün bu çelişik eklemlemeleri yapanları oylarıyla ve başka yollarla destekleyenlerin göreceği şekilde yapılmasının bir anlamı var.

Yoksa, “sen, ben, bizim oğlan” aramızda bunları konuşmuşuz, bunun bir şeyi değiştireceği yok.

Onun için AKP önderliği tabanının entelektüel hinterlandının çevresine düşmanlık mayınları döşemekle meşgul. Ama onun karşıtı cephede de aynı işi yapanlar bayağı kalabalık ve bayağı etkin.

Onun için ülke tarihinin “selâmsız sabahsız” dönemlerinden birine daha girmiş durumdayız. Birbirinizle zinhar konuşmayın, selâmlaşmayın.