Coğrafyanın Başladığı Yer
Sema Aslan

Yeniyetmelerin, çıkmazları ve ara sokakları, pek çoğumuzun büyüdüğünde kaybettiği bir netlikle gördüğü söylenir. Ama bu bakışın perdelenmesi, bu soluklaşma yalnız ‘büyümekle ilgilidir’ demek, en iyi ihtimalle romantik bir yalan. Coğrafya sertleşti. Bu sırada bir coğrafi bakış geliştiremediğimiz, coğrafyanın öznelliğini göremediğimiz için mi yitirdik netliği? Sosyal medyaya bile –bıkkın bir sesle de olsa yansıyan ‘tarihe tanıklık etme’ hali kadar coğrafyaya da tanık olduğumuzu göz ardı ettiğimizden mi ya da? Haritadan silmek/silinmek sözüne ve hatta ‘dümdüz etmek’ tezahüratına rastlıyoruz fakat bu, coğrafi bir bakış olmasa gerek.   

Ya da belki rant, politik çıkar, şehir planları, yeni yaşam alanları, kentsel dönüşüm gibi kulağımıza çok sık çalınan sözler yüzünden bunalıp bir kenara kaldırmışızdır bakışımızı. Tamamen güzergâhlarla ilgili bir konu da olabilir bu; bir güzergâh her yerden geçemez, diyor nihayetinde Paul Veyne. Ama olay alanı, çeşitli güzergâhların kesişme alanıdır da diyor. [1] Buradaki ‘güzergâh’, ekonomi, feminizm, sanat, ekoloji gibi etkilenme hatlarına karşılık geliyor. Bir savaşın yaşandığı mekân olay alanı ise, bu savaşın doğrudan ve dolaylı sonuçlarının görülebileceği hatlar, güzergâhları oluşturur. 

Öte yandan bir de somut anlamda güzergâhlar var. Her birimizin bir diğeriyle karşılaşabildiği yollar olarak güzergâhlar, yani. Aynı şehirde yaşayan insanların güzergâhları. Ama orası da sorunlu gibi duruyor. Paul Connerton “…geniş bloklar insanları otomatik olarak ancak nadiren kesişen güzergâhlara yönlendirir, böylece coğrafi açıdan birbirine çok yakın görünen farklı güzergâhların, harita üzerinde incelendiğinde birbirine erişimlerinin etkin bir biçimde engellenmiş olduğu görülür” [2] diyerek kendi kendimize sorabileceğimiz bir soru da atıyor ortaya: Hangi yollarla, hangi insanlarla belki de hiç kesişmeden yaşayıp gidiyoruz? 

Bir sınırı aştığımızda, tesadüfen başka bir güzergâha düştüğümüzde karşılaştığımız insanlar kimler olur? Ya da mesela yolu şaşırıp, diyelim otobüste uyuyakalıp Küçükarmutlu’ya gitmek mümkün mü? Değil, gibi görünüyor. Mahalleye giden araç, toplu taşıma bulamayabilirsiniz. Gazeteci Gülşen İşeri’nin Ateşin ve Sürgünün Gölgesinde Kentsel Dönüşüm [3]  ve Gülsuyu sakini, aktivist Erdoğan Yıldız ile Oda Projesi’nin ortak çalışması Kendi Sesinden Gülsuyu-Gülensu [4] kitaplarından okuyabildiğimiz tanıklık ve yaşantılar, bazı mahallelerin en azından ulaşım haritalarında ve kent güzergâhlarında olmadığını söylüyor. 

Coğrafya özneldir. Bu nedenle Küçükarmutlu’da yaşayan Dilek Doğan öldürülmeden az önce annesini “heyecanlanma, yine polisler geldi” diyerek uyandırır (link). Aynı nedenle Dilek Doğan’ın öldürülmesinin ardından ailesinin verdiği söyleşilerde bir tekrara vurgu var. “Arama kararı olmadan geldiler. (…) Daha önce soruyorduk, okuyordu, kamera çeke çeke giriyordu. Aramalara çok alıştık. 1, 5 ay geçince operasyon bekliyoruz” (link) Söz konusu tekrar belli türden bir belleğe, bir hafızaya yaslanıyor.   

Bu ‘yine’ vurgusuna ve tekrara Prof. Şükrü Aslan, Gülsuyu üzerine yazdığı “Bir Politik Mekânı Olarak ‘Gül’ ve ‘Su’yun Mahallinde Toplumsal ve Kültürel Örüntülere Yolculuk” başlıklı makalesinde [5] şöyle değinmiş: “1980’li yıllarda Gülsuyu mahallesi İstanbul’daki bütün diğer politik mahalleler gibi ‘operasyonların’ muhatabı olmuştu. (…) Operasyon, askeri darbenin yarattığı politik şiddet ortamında, polisin şüpheli evlere ve kişilere yönelik yaptığı baskınları anlatıyordu. Kentin her yerinde birkaç şüphelinin bulunması normal olduğu halde Gülsuyu’nda tek tük ‘şüphesiz’ insanın varolma ihtimali bile normal sayılmamaktaydı.” Galiba tam da bu politik mahalle tanımı, çift taraflı bir şeye işaret ediyor. Coğrafya “eylem esinleyebilen ve kolektif düşleri ifade edebilen başka mümkün toplumsal dünyaları da” [6]  şekillendiriyor ise, yani mahallenin içindekiler esinlenmiş, dışındakiler de mahalleyi siyasi bir topluluk olarak bellemişse, belki küçük bir çizi belirebilir gözümüzde. 1992 yılında, okul bahçesindeki panzerin altında kalarak ölen yedi yaşındaki Sevcan Yavuz’u, yine bir çocuğun sesiyle anlatan şarkı bu eylemden ve esinden söz ediyor gibi çünkü: “Armutlu’da doğdum da ben adım ondan eylem benim”.

Bir evin ‘yine’ basılması, baskın sonrasında fotoğraflarının, görüntülerinin basında, sosyal medyada yayımlanması, herhalde o evdeki izleri siler. Elbette bir barınaktan çok daha fazlası olan ‘ev’de yaşayanların kendi evlerinde kendilerinden bir iz bulabilmeleri operasyon rutininden ve dağıtılmış, alt üst edilmiş eşyalarıyla belgelenmesinden sonra, artık mümkün olabilir mi? Peki, insanların kendi evlerindeki izleri siliniyorken şehir bildiğimiz gibi mi kalıyor?


[1] “Tarih Nasıl Yazılır?”, Paul Veyne, Çev. Nihan Özyıldırım, Metis Yayınları, 2014.

[2] “Modernite Nasıl Unutturur?”, Paul Cannerton, Çev. Kübra Kelebekoğlu, Sel Yayınları, 2011.

[3] Notabene, 2014.

[4] Notabene, 2013.

[5] Kendi Sesinden Gülsuyu – Gülensu kitabının içinde.

[6] Kentsel Heterotopya / Özgürleşme Mekânı Olarak Eşikler Kentine Doğru, Stavros Stavrides, Çev. Ali Karatay, Sel Yayınları, 2016.