Ölüm Cezası: Genel İrade, Hukuk Devletine Alternatif Olabilir mi?
Ela Bilgen

Türkiye’de son dönemde gündemden düşmeyen idam tartışmalarında sıklıkla, ölüm cezasının yeniden yasalaştırılmasının Avrupa’yla ilişkilerde ciddi bir krize yol açacağı eleştirisi yapılıyor. İdam karşıtlığının hukuki açıdan temellendirilmesi için Batı’ya dönülmesi tesadüf değil elbette. Zira modern iktidarın meşruiyet kaynağı olarak hukukun üstünlüğü ilkesi, evrensellik iddiasındaki Avrupa “değerlerinin” bir parçası. Bu açıdan, yani salt hukuki boyutuyla değerlendirildiğinde ortada tartışmaya açık bir durum da yok gerçekten. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin barış zamanında ölüm cezasını kaldıran 6. Protokolü’ne de, ölüm cezasını her durumda kaldıran 13. Protokolü’ne de taraf. Avrupa Birliği açısındansa Temel Haklar Şartı ölüm cezasını yasakladığı için bu yasağın kabulünün, Türkiye’nin AB üyeliği için önkoşul olduğu söylenebilir. Ayrıca Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’ne ek 2. Protokol de ölüm cezasını yasaklıyor ve Türkiye buna da taraf.

Bununla birlikte konunun hukuken çözüme kavuşmuş olması, siyasi tartışmaların sonlandırılmasına yetmiyor. Üstelik bu çerçevede idam tartışmasının Avrupa için de kapanmış bir konu olduğunu söylemek zor. Nitekim geçtiğimiz günlerde Britanya’nın, popülaritesi giderek artan aşırı sağ partisi UKIP’ten (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi), ölüm cezasının geri getirilmesi için referanduma gidilmesi gerektiği yönünde bir açıklama geldi.

“Kusura bakmayın, bunun kararını verecek olan Avrupa Birliği değildir, bunun kararını verecek olan Türkiye Cumhuriyeti'nin parlamentosudur, milletidir.” diyen Türkiye Cumhurbaşkanı da, ölüm cezasını referanduma sunmak isteyen UKIP lideriyle benzer mantıkta hareket etmekte. “Demokratik ülkelerde her talebin değerlendirilmesinin bir hak olduğunu” savunan Cumhurbaşkanı “Egemenlik kayıtsız şartsız milletin olduğuna, sizler idam talebinde bulunduğunuza göre bunun kararını verecek merci TBMM’dir.” diyerek [1] ulus iradesini hukuk devleti ilkesinin üstüne koyuyor. Peki modern siyasal iktidarın meşruiyet kaynaklarını oluşturan bu iki ilke birbirinden ayrı düşünülebilir mi? Egemenliğin kaynağını ulusta ararken, ulusu oluşturan bireyler açısından geleceğe ilişkin bir öngörü sunması amacıyla önceden belirlenmiş kuralları ve bu kuralların ulusu oluşturan herkes için geçerli olduğunu ifade eden hukuk devleti ilkesi görmezden gelinebilir mi?

Modern ceza hukukunun öncülerinden sayılan 18. yüzyıl düşünürü Cesare Beccaria egemenliğin, bireylerin iradelerinin birleşmesiyle oluşan genel iradeyi temsil ettiğini söyler. Arkasından da kimsenin, kendini öldürme yetkisini başka insanlara bırakmayı istemeyeceğini ekler. Üstelik Beccaria’ya göre insanın kendini öldürme hakkı olmadığına göre, kendisini öldürme yetkisini de başka insanlara bırakmayı istemiş olamaz.[2]  Dolayısıyla Cumhurbaşkanı’nın milli iradeye sarılıp, hukukun üstünlüğünü görmezden gelen tavrı kabul edilse bile, Beccaria’nın yaklaşımı ölüm cezasının genel irade açısından da sorunlu olduğunu gösteriyor.

Ancak konuya dair bir başka önemli nokta daha var: Beccaria’nın ölüm cezasına karşı çıkan ilk düşünürlerden olması, idamın yoğun biçimde eleştirilmesinin de modernliğini ortaya koymakta. Bunda da Foucault’nun deyimiyle modern iktidarın gücünü öldürmekten değil yaşatmaktan alıyor oluşunun rolü var.

20. yüzyıl düşünürü Michel Foucault’ya bakarak ölüm cezasının, gücün nesnesini ortadan kaldırdığını, dolayısıyla siyasi iktidarın gücünü etkin kullanamadığı anlamına geldiğini söylemek mümkün. Foucault bunu “Bugün iktidar, etkisini yaşam üzerinde ve bu yaşam sürdükçe kurar; ölüm bunun sınırı, iktidarın elinden kaçan andır…” diye açıklar. Foucault, Klasik Çağ’dan bu yana Batı’da tasarruf hakkının, boyun eğdirdikleri güçleri silmek, eğmek ya da yok etmek yerine güçlendirmeye ve düzenlemeye yönelik bir iktidara dönüştüğünü ifade eder. Ona göre egemen iktidar gücünü, bedenlerin titizlikle yönetimi ve yaşamın hesapçı bir biçimde işletilmesi için kullanır.[3] 

Ancak idamı anlamsız, haksız ya da yararsız bulan 250 yıllık düşünce geçmişine ve güncel bölgesel ve uluslararası düzenlemelerle elde edilen hukuki dayanaklara rağmen Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da idam taleplerinin dile getiriliyor olması ve Türkiye’deki idam karşıtlarının Batı’dan bekledikleri desteği bulamaması modern siyasal iktidarın meşruiyet kaynağında bir aşınmaya işaret ediyor.

Immanuel Wallerstein’in ifade ettiği gibi “Eğer politik iktidarı elinde bulunduranlar, bir dünya-imparatorluğunda olduğu gibi çok güçlüyse, onların çıkarları ekonomik üreticilerin çıkarlarına üstün gelecektir ve sonsuz sermaye birikimi bir öncelik olmaktan çıkacaktır.”[4]  “Bir dünya-imparatorluğu aslında kapitalizmi boğar, çünkü sınırsız sermaye birikiminin önceliğini ihlal etme yeteneğine sahip bir siyasi yapının varolduğu anlamına gelir. … Bu yüzden bazı devletler, sistemi bir dünya-imparatorluk hâline dönüştürmeye niyetlendiklerinde, nihayetinde kendilerini dünya-ekonomi içindeki en önemli kapitalist firmaların düşmanlığıyla karşı karşıya bulmuşlardır.”[5] 

Bu çerçevede devlet iktidarını bireyler lehine denetim altında tutmayı amaçlayan hukukun üstünlüğü ilkesi, devletlere karşı savunulan evrensel haklar olarak beliren insan hakları kurgusu ve liberal hukuk devleti anayasalarının temel hak ve hürriyetlere ilişkin bölümleri de dünya-ekonominin kapitalist aktörlerine, devletlerin haddinden fazla güçlenmesini engellemede kullanışlı bir yol sunmuştu (en azından BM sisteminin kurulmasından sonraki yarım yüzyıl boyunca).

Ancak modern toplumu yüzyıllardır etkisi altında tutmakta olan Batı jeokültürünün 1990’lardan bu yana bir zayıflama dönemi içinde bulunması ve küresel kapitalizmin de 2008 kriziyle birlikte büyük bir belirsizliğin içine düşmüş olması liberallerin ve kapitalistlerin, devletlerin gücünü sınırlama kapasitelerini de zayıflattı. Devlet gücünün en kaba kullanımına karşılık gelen ölüm cezasının böyle kolay dillendirilebilmesiyse işte bu kapasite düşüklüğünün sembolik bir ifadesi olarak beliriyor.


[1] Recep Tayyip Erdoğan’ın idamla ilgili ifadelerini Bianet derlemiş: “İdam Hakkında AKP Dün Ne Diyordu? Bugün Ne Diyor?”, 2 Kasım 2016, link, (03.11.2016).

[2] Cesare Beccaria, Suçlar ve Cezalar Hakkında, Çev. Sami Selçuk, 2. Baskı, Ankara, İmge Kitabevi, 2010, s. 135-136.

[3] M. Foucault, Cinselliğin Tarihi, Çev. H. U. Tanrıöver, 3. Baskı, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2010, s. 100-103.

[4] I. Wallerstein, Dünya Sistemleri Analizi Bir Giriş, Çev. E. Abadoğlu ve N. Ersoy, 2. Baskı, İstanbul: Aram Yayıncılık, 2005, s. 47.

[5] A.g.y, s. 92-93.