Politik Sapkınlık (I)
Erdoğan Özmen

Önce insanlık çürüyecek. Ağır ağır tüm gezegeni kaplayacak insanlığın çözülmesi ve çürümesi. Sonra, içi büsbütün boşalan, asıl maddesi tükenen dünya çökecek, hiçbir şey kalmayacak geride, pis bir kokudan başka. Yıkıntılar ve cesetler bir de…

İnsanlığın önünde çizgileri giderek keskinleşen iki seçenek var epeydir. İnsanlığın tam ortasından bölünerek saflaştığı, kendine münasip gördüğü iki karşıt kutup, iki farklı zihniyet ve varoluş biçimi. Nicelik olarak birbirine eşit olmaktan ziyade birbirini mutlak olarak dışlayan, karşılıklı hiçbir temas, konuşma ve ilişki zemini aramayan, birbirinden kopmuş iki farklı insanlık durumu, bambaşka iki dünya, gelecek ve medeniyet tasavvuru: Bir tarafta her seferinde daha çok saf ahlakın, vicdanın, inceliğin, hakikat bilgisinin, utanç ve suçluluğun kelime ve kavramlarıyla düşünen ve konuşan; ve hem bu yüzden hem de bir tür çaresizlik ve yenilgi duygusuyla kendini kahredici bir eylemsizlik alanına kapatan ve içine kapanan daha dar ve etkisiz küme var.

Diğer yanda ise gücün, devletin ve iktidarın, büyük millet ve devleti yeniden diriltme, ihtişamlı eski günlere dönme fantezilerinin, beka kaygılarının, nesnesiz ve hedefsiz (ve bu yüzden bir kat daha korkutucu) bir kızgınlık ve öfkenin terim ve kelimeleriyle düşünen ve kolayca eyleme geçebilen daha büyük kitle. Önlerinde birden muazzam bir açıklık belirmiş gibi davranmalarının, bazen hızlı bir biçimde apaçık hınç ve nefret pratiklerine kapılmalarının gerisinde o fantezinin tayin edici bir rolü var. Fantezinin sağladığı haz çoğu zaman gerçek doyumun hazzına tercih edilir çünkü. Temel bir arzulama ve cazibe sahnesi olarak o fanteziyi aktüalize eden en güncel örnek değil midir Trump ve onun seçim başarısı? “Yapıyorum, çünkü şimdi yapabilme kudretine sahibim” sloganıyla coşan ve kendinden geçen bir kitle ve onun ruh hali.

Bu radikal farklılık, her iki tarafın sürüp giden mücadeleyi kavrama biçiminde de apaçık görülüyor: Bir tarafta olan biteni safça iyilik ile kötülüğün mücadelesi olarak yorumlamak isteyen ve mütemadiyen hayal kırıklığına uğramaktan yorulmuş olanlar var. Diğer tarafta sonu gelmez bir hak ve sahiplik iddiası taşıyan, kendi tarihini bir kayıp ve mağduriyet anlatısına indirgeyen, birliğini ve bütünlüğünü bu ıstırap ve zulüm hikâyesine yaslanarak pekiştiren, yok olma ve parçalanma korkularına teslim olmuş, bu varkalma endişesi yüzünden başkalarının acı ve kayıpları karşısında hoyrat bir aldırmazlık tavrıyla içi sertleşmiş, nerede duracağı ve neyle yetineceği belirsiz kitle.   

Bugünün dünyasında siyaset ve toplum sahnesini bu ikinci haletiruhiye belirliyor. O şemsiye altında toplanan ve oradaki ideolojik motiflerin çağrısına kapılanlar çoğunluğu oluşturuyor. Bütün enerjisini ve motivasyonunu, idealize edilmiş, ve “daha güçlü, daha zengin, daha büyük, daha kudretli zamanlar” olarak hayal edilen bir geçmişe yönelik nostaljik bir sise/belirsizliğe saplanmış olmaktan temin eden bir reaksiyon bu. Tam da bu yüzden, yani şimdiki zamanda canlandırılan –ve demek ki ebediyen kaybedilmiş– bir geçmişe/yere yaslandığı ölçüde derin bir hoşnutsuzluk ve acılaşmayla karakterize bir zihin durumu ve bakış var burada.   

Bu kayıp (ihtişamlı geçmişin kaybı) kabul edilmediği, reddedildiği içindir ki kolayca güncel bütün kayıpları (yoksulluğu, işsizliği, toplumsal ve bireysel kimlik kaybını, her türlü mahrumiyet ve güçsüzlüğü) soğuran ve görünmez kılan ya da onları bambaşka bir bağlama yerleştiren bir genişlik ve etkiye kavuşuyor. Bu yüzden bugün, hangi toplumda olursa olsun sağcı/muhafazakâr, ırkçı, faşist, dinci bütün hareketlerin retoriğini biçimlendiren aynı evrensel temalarla (hayali bir geçmiş aşkı, ihanet, intikam, kayıp, zelil bir duruma düşmüş olmak vb.) karşılaşmamız sebepsiz değildir. Durumu daha da netleştirmek, bu zihin durumunu daha kesin biçimde teşhis edebilmek için soru biçiminde formüle etmeliyiz belki de: Bugün, bir ırkçı/faşist ya da köktendinci nasıl bir müşkülat içindedir ve aslında ne ister? Bütün ıstırapların, bütün yoksulluk, başarısızlık, güçlük ve acziyetin nedenini kendinden çalınmış, mahrum bırakıldığı bir şeyde konumlandıran bir duygu/fanteziyle şekillenmiş bir zihin durumudur buradaki açmaz. Bu, kaybedilenin ne olduğunu anlamak, kaybı kabullenmek ve yasını üstlenmek yerine manik bir tümgüçlülüğü ikame eden zemindir: “Sıra şimdi bende” diyen, şiddet/linç pratiklerinin telafi edici bir coşkunluk hali gibi tecrübe edildiği ve bu yüzden ötekilere yönelik her türlü ilgi, özen ve merak kapasitesinin yok olduğu bir hınç ve nefret çekirdeğidir bu. Bu aynı zamanda, en fena şeyleri yaparken bile kendi farkımızda olmadığımız, çünkü reflektivite (kendi üzerine düşünüm) imkânını/kapasitesini kaybettiğimiz –simgesel dolayımın çöktüğü– bir zihin kertesidir. Her türlü zalimliği ve canavarlığı meşru ve mecbur kılan bir intikam ve öç stratejisinin zemini. 

Söz konusu liderlerin, söz konusu çoğunluğa sanki bir azınlıkmış; etnik azınlıklar, okumuş züppeler, seçkinler, gayri-milli unsurlar tarafından hak ve hukukları çiğnenmiş mağdur bir azınlıkmış gibi hitap etmesini mümkün kılan da bu zemindir. Bu ötekilerin her türlü özgürlükten ve haktan, yaşam olanağından uzak tutulmasının yolu böylece açılmış olur. İşte bu haletiruhiye ve zihin durumu karşıt her türlü kutbun konumunu, duygu ve tepkilerini de büyük ölçüde saptayan, kendi bağlamına tâbi kılan bir yoğunluğa ve güce sahip. Bugün, hakiki bir karşıtlık ve mücadelenin taraflarının, zemin ve olanaklarının çoktan ortadan kalkmış olduğu bir dünya resmidir bu. 

Bu aynı zamanda bütün milliyetçi ve dindar hassasiyetleri de geçersiz kılan, içini boşaltan ve kendine eklemleyen sapkınlık kipi, sapkın politik bağlamdır. Din sözkonusu olduğunda örneğin; dinlerin yazılı metinleri ya da sözlü geleneğinde neyin bulunduğu meselesinden çok inananların orada buldukları teselli biçimlerinden söz etmiyor muyuz öncelikle: Dinin “Ezilen insanın içli ezgisi, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığı, ruhsuz koşulların ruhu” olmak işlevi değil mi asıl mesele? Tam da böyle olduğu için, mümini yüce gönüllü ve tevazu sahibi, adalet ve hak ölçüsünü gözetir, tamahkârlıktan ve açgözlülükten azade biri yapan bir din hâlâ geçerli mi ki bugün? Bir ahiret inancı taşıdığı için bu dünyada imtina etmeyi, geride durmayı erdem sayan, zalim ve merhametsiz olmaktan korkan dindar nerededir ki?

Milliyetçiliğin ve dindarlığın ılımlı, makul, anlaşılabilir bütün biçimlerini yıkarak ve imkânsız kılarak, onların ancak en radikal, en köktenci ve vahşi biçimlerine izin ve imkân veren bir ruh ve düşünce iklimi bu.   

Sapkınlık çünkü, sapkın cinsel pratiklere işaret etmekten ziyade/önce özgül bir ruhsal mekanizmanın (inkâr) inşa ettiği bir ruhsal yapıdır. O yapı bağlamında, kaos, karışıklık ve düzensizliğe son vererek yeni ve pürüzsüz bir evren yaratmak üzere Baba-Yaratıcı’nın yerini alma girişimi sapkınlığın temel niteliklerinden birisidir. Her şeyin tam olması gerektiği yerde olduğu, hiçbir aşırılık ve noksanlıkla lekelenmemiş bir düzen arzusu taşır sapkın. Sapkınlığın daima bir güç ve iktidar senaryosu varsayması, ve o senaryo uyarınca icra edilmesi bu yüzdendir. Her şeyin mümkün olacağı, farklılıkların ortadan kalkacağı, çaresizlik, küçüklük ve yetersizlik hislerinden kurtulacağımız bir evrendir sapkının rüyası. Eksikliğin ve/ya da kastrasyonun olmadığı bir evren. ABD başkanı Bush’un danışmanı Karl Rove’un; “Şimdi biz bir imparatorluğuz ve harekete geçtiğimiz zaman kendi gerçekliğimizi yaratıyoruz. Ve siz bu gerçekliği analiz ettiğiniz sırada, biz bir daha harekete geçerek yeni gerçeklikler yaratıyoruz, onları da analiz edebilirsiniz” derken sergilediği jest tam da bu değil midir?   

Sermayenin ve serbest piyasa düzeninin bütün ahlak bariyerlerini, kurallar ve yasaklar sistemini (yasayı) yıkarak biricik Gerçek, hikmetinden sual olunamaz “Tanrı” katına en nihayetinde –çünkü, kapitalizmin ezel-ebed rüyasıdır bu– yerleştiği bir dünya sisteminin serbestleştirdiği bu sapkın zihniyet, aynı sapkınlık kipi her birimize çoktan musallat olmuş durumda değil midir? Artık, demek ki tarihsel ve toplumsal bir yapı olarak kavramamız gereken sapkınlık kapitalizmin her birimize dayattığı insanlık-dışılık koşullarında insanın insanlığının çözülmesi, bu çözülmenin ürününden başka bir şey değildir: Başka bir düzeyde en temel kapitalist buyruk olan; hemen yanı başımızdaki ötekini düşman ve rakip, yaşam alanlarımıza göz diken alçak bir mütecaviz, eksikliğini çektiğimiz zevkten bizi mahrum bırakan bir dolandırıcı, yok edilmesi gereken bir engel olarak görme buyruğunun/ayartısının ete kemiğe büründüğü bir öznellik biçimi.   

Tam bir ilişkisizlik ve kopukluk hali yaratan, herkesin herkese düşman olduğu bu cangılı doğal ve verili saydığımız, sapkın ethosun bizzat öznesi değilken bile onun mantığına çoktan tâbi olmuş değil miyizdir?

Sapkınlığın insan ruhunun/zihninin örtük bir boyutu, bir eğilimiyken geç kapitalizmin baskın öznellik biçimine yükselmiş olduğunun bir başka ve güçlü kanıtı klinik alanda çoktan karşımızda değil midir? Sapkın cinsel pratiklerin, özellikle de pedofilinin ulaştığı kahredici yaygınlıktan söz ediyorum. Büyük toplumsal ve politik altüst oluş dönemlerinde, eski düzenin en uç noktasına vardığı ve tarihsel bir kopuşun emarelerinin çoğaldığı zamanlarda sapkın cinsel pratiklerde de bir artış daima olagelmiş. Cinsiyetler ve kuşaklar arasındaki sınırların belirsiz ve geçirgen bir hal aldığı ve sınır ihlallerinin arttığı böylesi zamanlar sapkın cinsel pratiklerin de vasatıdır belki. Her ne ise… 

Esas noktayı gözden kaçırmayalım biz. Dünyanın neresinde olursak olalım, kalbini ve vicdanını, ahlak ve adalet duygusunu kaybetmemiş her insanın; farklı inançlara, etnisitelere, milliyetlere, sınıfsal konumlara sahip her birimizin önündeki seçenek tektir artık: “Ya sosyalizm ya barbarlık.”

Tümden çürüyüp yok olmak istemiyorsak.