Nafile
Derviş Aydın Akkoç

İnsanın kendi istediği şeye doğru adımlaması ne zormuş! Gelgeç hevesler, imal edilmiş arzular, bir türlü yatışmayan beklentilerle insan çoğun ne yana adımladığını bilmez. Hatta adımlamıyor da sürükleniyordur sanki, yığınla imgenin peşi sıra. Ama ister adımlayarak ister sürüklenerek, cezbe halinde ya da gözleri kör bir vaziyette: hayatın çapraşık dolambaçlı yollarına dalınmıştır bir kere. Bu dalışta niçin sorusunu sormak vakit kaybıdır. Öyle ya, kişinin payına düştüğünü sandığı yemişler (zevkler) vardır, önünde uzayıp giden dünya tarlasında. Hasadı toplamak, küfeyi zevklerle doldurmak istemekten daha doğalı yoktur. Aksi takdirde neden kımıldasın ki yerinden. İnsan bu, yeryüzünün en sevimli zekâya sahip yaratığı... 

***

Mevzu kımıldamaksa dudağa bir parmak bal çalınır elbet. İnsan dalından koparıp da bir elmayı ısırır mesela, mükâfat yahut ikram kabilinden bu zevk dişleri sulandırır. Ama doyumsa söz konusu olan, nafile! Doyum imkânsızdır. Doyum addedilen her durum bir sonraki daha şiddetli bir açlığın habercisidir. O kadar. Nitekim her elma biter. Demek zevkin bir sonu vardır. Zevkin sonuyla zevksizliğin başlangıcı arasında garip bir tahammülsüzlük filizlenir. Açlığın zonkladığı anlarda ise haris bir bağırtı duyulur içeride, çok içeride bir yerlerde hasedin habis suları ısınır. Dudaklar daha fazla balla mest olmak ister, ama mevcut çanaklar kaşıklanmıştır, yeni çanaklar da kaşıklanacaktır, en önce ve daha fazla kaşık sallamak için zekânın kurnazlıkla anlaşmalı evliliği şarttır... Zevke (amaç mı demeli yoksa) ulaşmak için zekâ yalnız başına bir anlam ifade etmez, hatta bir ayak bağıdır. En büyük zevklerden olan “iktidar duygusuna”, başkalarının hayatları üzerinde “karar mercii” olma otoritesine ya da “para kazanma” yeteneğine genellikle zekâsızların sahip olması boşuna değil. Yerinde bir kurnazlık, en görkemli zekâları bile suya götürüp susuz getirir... Ama kurnazlık da o bitimsiz doyum hissini muradına erdiremez, en güçlü kişinin bile kaşığı, en azından bir kez olsun, boşluğa çarpar, avdan eli boş dönülür... 

***

Ve boşluğa çarpan kaşık seslerinin hemen ardından beliren o yetinmezlik, giderek daha fazla çoğalan yetinmezlik duygusu... Bu esnada pusuda bekleyen ölümcül bir kaygı: Elmadan soluk buruşuk bir havuca (Beckett karakterleri kırık körelmiş dişleriyle takur tukur ısırmaya çalışırlar, ama yine de acılı bir zevk alırlar bundan) düşmek kaygısı. Elmayla büyülenmiş damak, gerilemek ya da olduğu yerde saymak şöyle dursun, daima başka zevklere doğru genişlemek, büyümek ister. Hakkıdır da belki, kim bilir, ama suskunluğa gömülmüş bir hakikat orta yerde duruyordur: hayat kısa zevklerse sonsuzdur. Ne kadar güçlü olunursa olunsun, ne kadar dev adımlarla yürünürse yürünsün bir zevk mutlaka eksik kalır. Ve insanın belki de yaradılışından gelen zavallıca bir özelliği: sonsuzdan bir önceki o eksik zevki de, her ne pahasına olursa olsun ister... İlle de adımlamak ve orada duran şeye kavuşmak... 

***

İnsan sözümona istediğini düşündüğü şeye doğru adımlar adımlamasına ama, doyumsuzluğun sürekli sızısı hesaba katılınca, aslında meşgalelerle eğleşmektir yaptığı. Eğleşirken yorulur da. Belki de zahmetsizliktir istenilen yegâne şey. Sevilen nesneye zahmetsizce kavuşulsa, nefret edilen nesne zahmetsizce yok edilse... Her şey bir yana, yolun bir noktasında “zaman” da duyurur kendini. Kötüsü bacaklar da kireçlenir, gözler iyice seçemez olur. Ama insan bu, yine de ve her koşulda, icabında adımlayarak değil, sürünerek de olsa istediği şeye doğru hareket eder. Zahmet, çaba, hareket... Nedir ki hareket denilen şey? Marx’ın müthiş ürkütücü laflarından biri: “hareket, maddenin ıstırabıdır.”