Sekülerizm Tartışması
Barış Özkul

Türkiye’de birçok konuda olduğu gibi yaşam tarzı tartışmasında da bir “toptancılık” sözkonusu. Kimliklerin kesifleştiği bizimki gibi toplumlarda başka türlüsü zordur. Gerçi bu kez olayın “biz”i aşan bir tarafı da var: Batı-Doğu, seküler kimlik-İslâmî kimlik gibi karşıtlıklar küresel sorunların anahtarı olan sihirli kavramlara dönüştü. IŞİD ve türevlerinin “terör” estirdiği bir dünya ister istemez “düşman kamplar” yaratsa da yapıcı bir sekülerizmin bu tür indirgemelerin ötesine geçen bir gelecek tasarımına ihtiyacı var.

Batı’nın sekülerleşme tarihinde din ve devlet işlerinin tümüyle birbirinden ayrıldığı durumlar nadirdir. ABD’yi istisna olarak bir kenara koyalım. Almanya ve İspanya’da devlet Kilise’ye destek adı altında dinî vergiler toplamaya devam ediyor. Sekülerizmin değil “laikliğin” sembolü olan Fransız devleti 2000’lere kadar kiliselere ve camilere maddi yardımda bulundu. Britanya’da devletin hâlen resmî bir dini var (Anglikanizm) ve “dinî kutsallara saygısızlık etmeyi” yasaklayan bir kanun (law of blasphemy) uygulanmasa bile yürürlükte. Kilise’yle yalnız devletin değil aynı zamanda ulusal kimliğin de içiçe geçtiği İrlanda ve Polonya, o sınırlı tanıma bağlı kalırsak, seküler toplumlar sayılmaz. [1]

Diğer yandan bu ülkelerin gündelik ve politik hayatına Kilise ve onun öğretileri hâkim değil. 

Peki, burada tutmayıp  orada tutan şey nedir? Bunu herhalde İslâm ve Hıristiyanlık arasındaki “özsel” farklılıklarla açıklayamayız. Avrupa tarihinde Kilise’nin desteklediği veya doğrudan iştirak ettiği yığınla kıyım var - Jan Hus’un kazığa bağlanarak yakılmasıyla IŞİD’in yöntemleri arasındaki benzerlik modern bireyin gözünde bir anakronizmden ibaret olabilir ama bu tür kıyımların yaşanmış olması Hıristiyanlık ile İslâm arasında kitabî öğretiden kaynaklı bir özsel farklılığın olmadığını (daha doğrusu sorunun bunun sınırlı olmadığını) da gösterir.

Batı’nın sekülerleşme tarihinde bir örüntü tespit edilecekse din ve devlet işlerinin ayrılmasından çok seküler devletin Kilise’yi denetim altına alması daha belirleyicidir. Türk modernleşme tarihinden de alışık olduğumuz bu örüntü Batı’da aşağıdan işleyen/toplumsal dinamiklerle birleştiği için başarılı olmuştur. 

Sekizinci Henry’nin Katolik Kilisesi’ni lağvedip manastırlara el koymasını milat kabul edersek (ki bu aynı zamanda mülkiyetin el değiştirmesi anlamına geliyordu) Batı sekülerizmi 17. yüzyıldan 19. yüzyıla Aydınlanma, Sanayi Devrimi, kapitalistleşme ve Akıl Çağı’yla birlikte yeni bir birey yarattı. Sanılanın aksine bu bireyin (orta sınıf yurttaş) dinle ilişkisi radikal değil pragmatik bir akıl ışığında belirlendi; Kilise terminolojisinin “kullanışlı” ögeleri kapitalizmin seküler diline aktarıldı (örneğin, yeni bireyin “İnsan Hakları Beyannamesi” mülkiyet hakkının “kutsallığı”nı vurguluyordu). 

Sekülerizm sonuçta Kilise’yi gerileten kalıcı değerler ve “çıkarlar” üretebildiği için Batı’da hegemonik hale geldi. Bugün sekülerizm Batı’nın gündemine Avrupa’da yetişen veya iltica eden Müslümanlar aracılığıyla bir sorun olarak tekrar yerleşirken sekülerizmin tarihsel değerlerinin İslâm karşısında ne kadar kalıcı olabildiğini göreceğiz. Bu, soyut bir değerler çatışması veya fiziksel bir itişmeden çok aktörlerin somut toplumsal çıkarları-nitelikleri ve gelecek tasarımları üzerinden belirlenen bir ufuklar çatışması olacak ve uzun vadede aşırılıkları eriten yeni bir sentez ortaya çıkacaktır.

***

Türkiye’de ise laiklik-sekülerizm deneyimi, din-devlet ilişkisi esas alınırsa Batı’daki örüntüyü takip eder. 

İlk ürkek adımların atıldığı Tanzimat’ın Ali ve Fuat Paşa gibi devlet adamları, Şinasi ve Namık Kemal gibi “aydın”ları birtakım seküler fikirlerle tanışmalarına rağmen son kertede Müslüman olduklarını kanıtlama, sekülerizmle din arasında muhafazakâr bir senteze varma yolundan ayrılmazlar (“ziya-i akl ile tefrik-i hüsn-ü kubh olunur” diyen ama bunun toplumsal anlamını tartışmaya yanaşmayan Şinasi aralarında en radikalidir). Tanzimat’ın ikilemi Hilmi Ziya Ülken’in deyimiyle “İtikat ve tefekkür itibariyle şarka bağlı kalmak, fakat teknik ve hayat vasıtalarını garptan almak”tır. Beşir Fuad gibi istisnalar Batı tarzı bir Aydınlanma’nın gerektirdiği toplumsal dinamiklerin yokluğunda intiharı seçer.  

Kemalist rejimin de dinle ilişkisi baştan itibaren bir denetleme ilişkisidir. Lozan’da vatandaşlık tanımını Müslümanlık temelinde yapmaktan Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin devamı olarak Diyanet’in kurulmasına (1961’de Diyanet İşleri Başkanlığı’na anayasal statü tanınır) ve İmam-Hatiplerin açılmasına kadar Kemalizm, gerçek bir Aydınlanma ve sekülerizmin temellerini yaratmaktan çok Sünni çoğunluğu denetleyebileceği kurumların inşasına ağırlık vermiştir. 

Bunun Türkiye sosyolojisine dair bir farkındalık ve çaresizlikten kaynaklanıp kaynaklanmadığı bilinmez ama Kemalizm, kurmaya çalıştığı seküler rejimi kuramadığı gibi 12 Eylül’de topluma dayattığı Türk-İslâm senteziyle kendi karşıtını güçlendirmek gibi paradoksal bir işlev de gördü.   

Sonuç olarak laiklik Türkiye’de seküler değerlerin müze-kampüs-postane binası dışında ikna edici ve kalıcı olabildiği bir alan yaratamadığı için bir tür tarihsel determinizm hükmünü yürüttü (Öte yandan Kemalizm’in yarım laikliği kültür alanında niteliği esas aldı ve Auerbach gibi akademikleri üniversiteye getirmekten Hasan Ali Yücel Klasikleri’ne kadar AKP iktidarıyla kıyas kabul etmeyecek kadar önemli işler yaptı).

Tarihte değişmez determinizmler yoktur. Dışlayıcı ve denetleyici değil yapıcı ve kapsayıcı olan, gündelik hayatta yaşam tarzı savunusundan öte kalıcı değerler üreten ve bunları kurumsallaştıran bir sekülerizm Türkiye’de bambaşka bir muhalefetin zeminini oluşturabilir.


[1] Bu konuda önemli bir tartışma için bkz. Nikki R. Keddie, "Secularism and the State: Towards Clarity and Comparison", NLR, Kasım-Aralık 1997, No. 226.