Ya Sosyalizm Ya Barbarlık
Erdoğan Özmen

En zıt uçların, en aşırı tutarsızlık ve paradoksların yeridir insan. Çelişkili bir varoluştur insanınki. Kendi sefil durumunu ve kişisel çıkarlarını korumaktan gayrısını hiç umursamayan da, başkaları için gözünü kırpmadan hayatını tehlikeye atan da aynı insandır. Kin ve nefret kadar sevgi ve şefkat de insana mahsustur. Akıl almaz bir hoyratlık ve zalimlikle göz kamaştırıcı bir nezaket ve dayanışma aynı andadır. İnsan söz konusu olduğunda sonsuz olanaklar ve zavallıca kısıtlılıklar bir aradadır. 

Sözgelimi, onlarca yıl bilinçdışı bir fantezinin kıskacında, bıktırıcı tekrarlarla ıstırap dolu bir hayat sürmekte ve bir suçlu gibi yaşamaktayken, “insan-üstü” bir sabır ve ferasetle o fanteziyi kat edip, olağanüstü bir içgörü edinerek bambaşka birine dönüşmek sadece insana kısmet olur. Kendi geçmişinin olaylarından kaynaklanan olmadık ruhsal eziyetlere katlanmak zorunda kalmakla, yalnızca konuşmanın ve sözcüklerin büyülü gücüyle buna son verebilme yeteneği arasında uzanan uçurumda başka hangi varlık ikamet edebilir ki? Kendi geçmişinde nasıl davranmış ve hissetmiş olursa olsun hepsini ardında bırakarak, onların esamesinin bile okunmayacağı köklü bir değişikliğin faili kılabilir insan kendini.

Daima bir sığlığa ve felaket arzusuna yaslanan bilumum muhafazakar ve sağcı siyasetlerin imkansız ilan ettiğinin karşısına, sadece henüz var olmayan ama hayal-gücü ve düşüncesiyle tasarlamaya muktedir olduğu şeyi koyabilir insan. İnsanı kurucu bir özne katına yükselten işte bu en imkansız sanılana cesaretle katılma kararıdır. Sözcüğün en radikal anlamındadır, insanın bölünmüş/yarılmış bir varlık olması. Devrimciliğin ve muhafazakarlığın temellendiği zeminden söz ediyoruz demek ki. İnsanın bazı sonsuz hakikatlerin oluşumuna girme yeteneği ya da birden, kendini olaysal bir hakikat süreci tarafından yakalanmış ve yerinden edilmiş halde bulması; bu benzersiz dönüşüm öyledir ki bazen, adlandırılamaz bile: Öyle zamanlarda insanın verili kendiliğini silercesine aydınlanmasını mümkün kılan şey, herhangi bir bilgilenme ya da yepyeni bir anlayış/kavrayıştan ziyade, sadece belli bir varlık/var olma halidir.

***

Düşünmemiz gereken, zihnimizin uğraşması, merak etmesi gereken şeyleri keşfedeceğimiz duygusal zemini kaybettik uzunca bir süredir. Kendimizi içine yerleştirdiğimiz mevcut kutuplaşma ve kamplaşmanın yol açtığı kısırlık ve sığlığa teslim olduk hepimiz. Orada sıkışıp kalmak, kendimizi –en güncel biçimiyle- kaba bir “evet/hayır” seçeneğine hapsetmek çünkü, en önce kendimizi değersizleştirmek ve hiçbir çıkış aralığı bırakmayan bir seçeneksizliğe gömülmek değil mi aslında? Basbayağı yapısal bir körlük ve sağırlığa duçar olmak? Aynı ikili/kutuplaşmış ilişki tarzını muhafaza ettiğimiz ölçüde, ötekini kendi farklılığı içinde kavramak bile mümkün değildir artık. Ötekini kendimmiş gibi anlamaya çalışmaktan başkası gelmez elimden. Öteki insanlara baktığımda basitçe kendimi görür, henüz seslerini bile işitmemişken ne düşündüklerini bildiğimi varsayarım. Onların da benimle aynı tutku ve korkulara sahip olduklarına inanırım. Öteki insanın itki ve güdülenmelerini kendiminkilerden hareketle kavrarım. En temelde bir taklit ilişkisidir imgesel ilişki. Bütün fark bir ayna suretinden, sıradan bir zıtlıktan ibarettir. Her seferinde aynı karşılıklı ve kısır döngüyü tekrarlar dururuz.

Ötekinin benim ayna imgemden –ya da tersi– ibaret olduğu imgesel/ikili ilişki kipinde önemsediğim ve umursadığım tek şey kendi nazarımdaki imgem olduğundan hakiki bir karşılaşma ve temas zaten imkansızdır. Sözde-politikanın hayvanca bir hayatta kalma içgüdüsüyle biçimlendiği o imgesel kayda saplandığımız, kendimizi o kutuplaşma ve kamplaşmada konumlandırdığımız ölçüde ötekinin utanmasını ya da suçlu hissetmesini ummak, onu sağduyuya davet etmek, onun kendi kusurları ve kötülükleriyle yüzleşmesini beklemek nafiledir. Onca çaba ve çırpınmanın en sonunda varacağı yer, kendini de küçük düşmüş ve aşağılanmış hissetmekten esirgeyecek her türlü simgesel dayanak ve ölçünün çöktüğü, kendini koruma ve kendi çıkarının peşine düşme gailesine indirgenmiş çıplak hayattır. Bu yüzden “kendini gerçekleştiren kehanetin” kolayca yerleştiği vasattır burası. Bütün işimiz bizi bekleyen en feci akıbetlere hazırlanmak olduğunda, başka her şeyi ıskalayarak o felaketlerin çoktan gerçekleşecek olmasına doğru koşmuyor muyuzdur aslında?

Yeniden en güncel örneğe dönerek söylersek; en nihayetinde, bir dizi olumsuz ve korkunç sonuca yol açacak bir öneriye hayır demeye, bir dizi hayır versiyonu üretmeye mi yoğunlaşmalıyız bugün? Her birimizin kendi inanç, kanaat ve duygularını, ötekilerinkini yekten yargılayacağı bir altın standart sandığı bu sefil kamplaşmaya bir kez daha teslim mi olmalıyız? Tam aksine, o kutuplaşmayı hiç kaale almayan, onun hepimiz için bezdirici bir hal almış jest, alışkanlık ve terimlerini daha baştan hesaptan düşen bir tavırda ısrar etmeliyiz asıl. İnsanlığın geliştirdiği bütün değerleri; barışı, kardeşliği, adaleti, özgürlüğü, hak ve hukuku birbirine eklemleyerek asıl yerlerine yerleştirmeye matuf bir öneriyi cesaretle ileri sürmeliyiz. Başka bir dünya mümkündür ve kolektif bir arzu ve iradeyle yola koyulmanın, bu karanlık ve çürüme büsbütün koyulaşmadan bir de, şimdi tam zamanıdır, diye seslenen bir çağrıyı… İnsana iyimserlik ve umut bahşeden şey daima bir ufka duyduğu inanç değil midir? İnsan, kendinde o ufku mümkün kılmaya muktedir bir potansiyel ve yetenek taşıdığına inandığı, o şevkle yoğunlaşan bir varlığa sahip olduğu içindir ki… Ya sosyalizm ya barbarlık.