Breivik’ten Wilders’e Yeni Faşizm
Barış Özkul

Geert Wilders, 2004’te İslâm ve göçmen karşıtı tutumunu istediği gibi ifade edemediği için Hollanda Liberal Partisi’nden (VVD- Volkspartij voor Vrijheid en Democratie) ayrıldı. O zamanlar Hollanda’nın gündeminde burka tartışması vardı ve bu tartışmada yasakçı kampın başını Wilders çekiyordu. Liberal Parti’nin içinden çıkan Wilders’in Hollanda Özgürlük Partisi, Avrupa’da yükselen sağ hareketlerin rüzgârını arkasına alarak 2009 seçimlerinde oyunu yüzde 17’ye yükseltti; 2014 seçimlerinde kısmî bir oy kaybına uğrayan Özgürlük Partisi’nin önümüzdeki Mart’ta yapılacak genel seçimlerde birinci olacağı tahmin ediliyor.

Wilders’i ve partisini nereye koymak gerekir? Sağ popülizm, radikal-sağ popülizm, yükselen popülist dalga gibi lafları sık sık işitiyoruz. Popülizm son yıllarda bir hüsnütabire dönüştü ve faşizm demenin kibar bir yolu haline geldi. Bana kalırsa içerik, yöntem ve retorik itibarıyla birtakım farklılıklara rağmen amaçları bakımından eskisiyle süreklilik gösteren bir yeni faşizmle karşı karşıyayız.

Yeni faşizmin Avrupa'daki miladı olarak Breivik vakasını alabiliriz. Breivik vakası Wilders’in toplum projesini bireysel bir terör eylemiyle dışavuran sembolik bir eylemdi.

Temmuz 2011’de Norveç’te 77 kişiyi öldüren Breivik'in Tapınak Şövalyeleri adında, ağırlıkla internetten örgütlenen bir ırkçı gruba üye olduğu ortaya çıkmıştı. Breivik’in bir de manifestosu vardı: 2083: Avrupa Bağımsızlık Deklarasyonu. Breivik, manifestosunda, “Avrupa tarihini tahrif eden İslâmcılar, Arap milliyetçileri ve Marksist teorisyenler” karşısında Avrupa’nın gerçek tarihini yazma iddiasında bulunur. Avrupa tarihi İslâm’la mücadeleden ibarettir ve dört temel uğrağı vardır: Franklar’la Endülüs Emevileri arasındaki Puvatya Savaşı (732); Haçlı Seferleri; 1683 Viyana Kuşatması ve 20. yüzyılda Müslümanların Avrupa’ya kitlesel göçü.

Breivik’in manifestosu Holokost-sonrası Avrupa’da biyolojik olmaktan çok kültürel temellere oturan bir ırkçılığı-faşizmi ifade eder. Avrupa’da Holokost-öncesine özgü ırkçılık ve onun Nazizm gibi türevlerinden farklı olarak Breivik, Yahudileri İslâm karşıtı mücadelenin doğal bir müttefiki olarak kabul eder. 2010’da Britanya’nın en kalabalık faşist örgütlenmesi English Defence League de (İngiliz Savunma Birliği) benzer gerekçelerle kendi içinde bir Yahudi Savunma Birliği kurmuştu.

Bu yeni ırkçılığın Müslüman göçmenlere yönelik düşmanlığı sözde-Aydınlanmacı tezlere, rasyonel-ilerlemeci bir tarih anlayışına dayandırılır ve Avrupa’nın iki medeniyet arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın keskinleştiği bir dönemden geçtiği, sosyal-Darvinizm’in “er meydanı”nda ayakta kalabilmek için Müslümanların Avrupa’dan tasfiye edilmesi gerektiği savunulur.

Wilders bütün bu konularda Breivik’le hemfikir. Örneğin Yahudilerle bir alıp veremediği yok. Hatta Avrupa medeniyetinin Yahudi-Hıristiyan geleneğin bir sentezi olduğunu düşünüyor: “Avrupa milletleri anayasalarına Avrupa toplumlarının Yahudi-Hıristiyan geleneğine ve hümanist değerlere dayandığını, İslâm’a hiçbir şey borçlu olmadıklarını bildiren bir madde eklemeliler” (1).

Wilders'in esas derdi Müslümanlarla ve İslâm hakkındaki fikirlerini paylaştığı bir kitap yazdı: Marked for Death: Islam’s War Against West and Me (Ölümün Hedefinde: İslâm’ın Batı’yla ve Benimle Olan Savaşı). Kitap, Wilders’in İslâm medeniyetine dair derin cehaletini ortaya koyuyor: İran’da katıldığı bir konferansta protestoyla karşılaşan Wilders kendini uçağa zor atmış, İstanbul'a indiğinde toprağı öpmüş ve derhal Hollanda'da soluğu almış; işte İslâm bu…

Gündelik hayattaki deneyimleri ırkçı genellemelere tahvil eden bu muhakemenin çift taraflı işlediğini unutmayalım. Türkiye’de ve başka İslâm ülkelerinde de Batı’yı gerçekten bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezken Batı'ya dair önyargıların ucu bucağı yok. Bunların olduğu bir dünyada Wilders’ler ve IŞİD’ler de oluyor.

***

Breivik ve Wilders’in bir diğer ortak noktası Avrupa’nın elitler tarafından yönetilmesine karşı oluşları ve bunu “sıradan insan”ı harekete geçiren bir demagoji malzemesi olarak kullanıyorlar. 

Son on beş yılda Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bir dizi ülkede “yönetici elitler” tabiri siyasetin bütün sorunlarını çözen bir sihirli anahtara dönüşürken faşizmin ve anti-entelektüalizmin epey işine yaradı. Şimdi artık bütün kötülüklerin altında yönetici elitler var. Mesela Breivik, Marksist-çokkültürcü elitlerden şikâyetçi: “İslâm kuvvetleri bir kez daha Avrupa kapılarını zorlarken Marksist-çokkültürcü elitler Müslümanlara yardım ve yataklık ediyorlar”. (2)

Elitlerin kimlerden oluştuğu belli: Kibirli, bencil, işbilmez (“dikili ağacı olmayan”) adamlar ve kadınlar… Faşizm, ortalama vatandaşın “ulvi” duygularını ayaklandırmak için bu edebiyata vargücüyle yükleniyor. “Ortalama vatandaşın kaygılarını tanımayan, “gerçek hayattan” uzak elitler Avrupa’nın dertlerine deva bulamaz” dediğinizde parlak bir analiz yapmış oluyorsunuz. Türkiye’deki taraftar grupları bir zamanlar kulüp başkanları ve yöneticilerin tribünden (ama özellikle kapalı tribünden) çıkmasına bayılırlardı. Bu da ona benziyor. Wilders’e göre Avrupa’nın başına bela olan üç yönetici elit var: Siyasal elitler (yerleşik siyasal düzen, siyaset kastı), iktisadi elitler (büyük şirketler, bankacılar vb.), kültürel elitler (akademisyenler, yazarlar, entelektüeller).

Peki, yeni faşizm bunların yerine ne öneriyor? Kurumların, kanunların-tüzüklerin kıymet-i harbiyesinin olmadığı (“mevzuatı boşverin”), hemen her meselenin karizmatik bir lider eliyle halledildiği, lidere bağlılık ve tapınma ritüellerinin muhayyel iç ve dış düşmanlar yarattığı tek sesli ve tek renkli bir evren. Bu evrenin tek hakemi olarak halk! Faşizmin şaşmaz pusulası olarak “Halkımız neylerse doğru eyler” demagojisi…

Wilders de Faslılara hakaret ettiği için yargılandığı sırada haklılığını yargıçların kararlarından değil halktan aldığını bildiren tweet’ler atmakla meşguldü.

Mahkemeye katılmak yerine tweet atmayı tercih eden Wilders gibi faşistler açısından twitter, facebook ve yeni internet teknolojileri bulunmaz bir nimet. Yüz yüze siyasal polemiklere girmekten özenle kaçınan Wilders, twitter’ı cansiparane bir şekilde kullanıyor. (3)

Sosyal medyanın popüler hissiyatı kaşımak, kitleleri galeyana getirmek için uygun bir ortam olduğu biliniyor. Ama sanırım aynı zamanda bundan daha yapısal bir dönüşümün de taşıyıcısı ve bu dönüşüm şimdilik faşist-popülist siyasetin işine yarıyor.

Geçmişte radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçlarının pasif alıcısı konumunda olan medya izleyicileri sosyal medyayla birlikte aktif-katılımcı bir kitleye dönüştü. 80’lerde ve 90’larda bu gelişmeleri öngören postmodernizmin teorisyenlerine göre bu yeni medya koşulları beraberinde bireysel özgürlük, çoğulculuk, demokratikleşme ve heterojenleşme getirecekti. Bunların hiç olmadığı söylenemez ama başka şeyler de oldu. Sözgelimi Twitter heterojen kitleler ve grupları homojen bir düşünce örüntüsü/çizgisi/kalıbı etrafında birleştirdi. Buna çok da şaşırmamak gerekir çünkü 140 karakterlik bir ifade kanalının insan zihnine kısa ve dogmatik beyanatların önemini kazıması kaçınılmazdır. Kendi siyasî konumunun derinlikli eleştiri, tefekkür ve müzakereye tâbi tutulmasını istemeyen popülist-karizmatik-faşist lider için böyle dar-dogmatik bir iletişim mecrası muazzam bir imkândır, bir ummandır. 140 karakterlik bir iletişim aynı zamanda doğrudanlık, dobralık, lafı uzatmama ve samimiyet demagojisi için de biçilmiş kaftandır. Masaya yumruğunu vurarak 140 karakterle ses getirebilen politikacılar bu imkânları sonuna kadar kullanacaktır (Hem de bir imaj inşa edip arkasına saklanarak, kimseyle yüz yüze iletişim kurma zahmetine katlanmadan geniş kitlelere ulaşabilmenin avantajıyla…)

Sosyal medya ve onun sibernetik dokusu içinde inşa edilen yeni bireysellik insanın çok hızlı bir şekilde konum ve tutum değiştirebildiği, kimlik inşasının ilkelerden çok gelip geçici imaj ve hislere dayandığı bir iletişim düzeni oluşturuyor. Dün söylediğinizi bugün inkâr edebildiğiniz bu düzenin akışkanlığının en somut simgelerinden biri de “akıllı telefonlar”.

Bu değişim, politikayı da bir şekilde kişiselleştirdi. Sosyal medya gerçek ile kurgu, imaj ile hakikati iç içe geçirirken rasyonel politik temsilden bunalan bir toplumsal tip yarattı. Günümüzün akışkan, mobil öznesi merkezî politik kurumlardan hoşlanmıyor çünkü iletişimin ve bilginin kişiselleştiği dünyada politikayla kurumsal veya ilkesel değil kişisel bir ilişki kurmak istiyor. Bir siyasî söylemi veya kurumu kişiselleştiremediği anda onu soyut ya da elitist olarak yaftalayıp reddediyor ve Wilders gibi, Le Pen gibi, Boris Johnson gibi karakterlerle kolaylıkla kişisel bir özdeşlik kurabiliyor.

Böyle böyle yeni bir faşizan hegemonyanın kuruluşuna tanıklık ediyoruz.


[1] Wilders, G. 2012. Marked for Death: Islam’s War Against the West and Me. Washington DC: Regnery, s. 213.

[2] Breivik, A.B. 2011. 2083: A European Declaration of Independence. Public Intelligence,
http://publicintelligence.net/anders-behring-breiviks-complete-manifesto-2083-aeuropean-declaration-of-independence/.

[3] Wilders'in etkin twitter kullanımı için bkz. Andre Nusselder, "Twitter and the Personalization of Politics", Psychoanalysis, Culture & Society C. 18 içinde, 1, s. 91–100.

* Avrupa sağının elit takıntısıyla ilgili önemli bir makale için bkz. Matthijs Rooduijn, "The Rise of the Populist Radical Right in Western Europe", European View (2015) 14: 3–11.