ABD’ye Özgü Kavramlar Sözlüğü – “Loser”
Kenan Erçel

“Loser”ın sözlükteki ilk karşılığı “bir müsabakada yenilgiye uğrayan”, “mağlup”; ve fakat bizi burada ilgilendiren kelimenin, mağlubiyetle alakalı olmakla birlikte, mecazi manası. Artık neredeyse ilkinin önüne geçmiş bu ikinci manasıyla “loser”, hayat karşısında mağlubiyeti, sahaya bir sıfır yenik çıkmışlık (ve ilelebet öyle kalacak olma) halini ifade ediyor İngilizce’de. Arabeskleştirerek Türkçe’ye “ezik”, “gariban” diye çevirmek mümkün ama bunlar tam olarak karşılamıyor aslında “loser”ı. Oğuz Atay’dan ilhamla “tutunamayan” diye çevirmek mümkün belki ama söz konusu romanın yeni İngilizce çevirisinde [1]  başlık “The Disconnected” olarak karşılanmış. Atay’ın romanda kullandığı uydurma Latince “Disconnectus Erectus” ifadesine istinaden yapıldığını tahmin ettiğim bu tercih isabetli olmuş kanımca. Zira “tutunamayan” da dahil olmak üzere yukarıda sıralanan Türkçe karşılık denemelerinin hepsinde farklı dozlarda da olsa bir sempati, acıma var; “düşen”e, “düşmüş”e duyulan —kibirli de olsa— bir merhamet söz konusu. Halbuki “loser” daha sert, acımasız bir sıfat; nitelediği insanla bir duygudaşlık barındırmıyor.

“Loser”ı ABD mahsulü bir kavram yapan işte tam da bu merhametsizliği – ki bunun da kökeninde “Amerikan istisnacılığı” (exceptionalism) yatıyor. Açalım.

Aslında ABD’ye Özgü Kavramlar Sözlüğü’nün [2]  belki de ilk (ya da son) maddesi olması gereken “Amerikan istisnacılığı” kavramı farklı bağlamlarda farklı manalara gelse de esas itibariyle ABD’nin tarihsel ve toplumsal biricikliği doktrini olarak özetlenebilir. Bu doktrine göre Avrupa’nın feodal, Asya’nın despotik geçmişindeki prangalardan azade bir şekilde bireysel hürriyet ve girişimcilik üzerine inşa edilmiş bu “yeni dünya”da sebat eden herkes başarılı (winner) olabilir; olmayanların kendilerinden başka suçlayabilecekleri kimse yoktur. [3] Amerikan yerlilerinin soykırımı ve kölelik gibi teferruatı bir kenara bırakırsak bu fırsatlar ülkesinde yaşayan herkes potansiyelini gerçekleştirmekte sonuna kadar özgürdür; dolayısıyla, başarısızlıktan da bireysel olarak sorumludur. 1970’lerin sonlarından itibaren neoliberalizmin yükselişiyle birlikte bu istisnacılık iyice sosyal Darwinist bir çehre kazandı. Sadece ABD’de değil, birçok ülkede yoksulluğun toplumsal, sınıfsal dinamikleri bir gerekçe değil, fakir edebiyatı muamelesi görmeye başladı. “Loser” da gittikçe bu oyunun kaybedenlerini nitelendirmek için, onları hakir ve hatta kabahatli gören bir tonlamayla kullanılmaya başlandı. Beck’in 1994’de ünlü olan “Loser” isimli şarkısının nakaratı kaybedenlerin gözünden durumu güzelce özetliyordu: “Ben bir loser’ım, oldu olacak öldür beni”.


“Loser” izafi bir sıfat, tabii ki. 2012 Başkanlık yarışında Obama’nın rakibi olan Mitt Romney, seçim kampanyasına bağış yapanlara hitaben verdiği ve kameralara yakalanan bir demecinde şöyle diyordu: “Halkın %47’lik bir kesimi var ki bunlar ne olursa olsun başkana [Obama’ya] oy verecek… Onun arkasında duran, sırtını devlete dayamış, kendini mağdur gören, devletin hep kendisine bakması gerektiğini düşünen, sağlık hizmetlerine, gıdaya, barınmaya, vs. erişimi bir hak bilen %47’lik bir kesim var… Bunlar gelir vergisi vermeyen insanlar… Benim işim onları dert edinmek değil. Zira onları kendi hayatlarının sorumluluğunu almaya ikna etmek beyhude bir iş.” O sıfatı kullanmasa da bu sözleriyle Romney, Cumhuriyetçiler’in nazarında kimlerin “loser” olduğunu özlü ve (gayri-ihtiyari) samimi bir şekilde tanımlamış oluyordu. Ama izafi olduğu için “loser”ın tanımını genişletmek mümkün: Mesela, ABD’deki toplam servetin %38’sini elinde bulunduran en zengin %1’lik dilim için geri kalanların tümü bu yaftayı hak ediyor olabilir. Nitekim 2008 finansal krizi sonrası örgütlenen Wall Street’i İşgal Et (Occupy Wall Street) hareketi “biz %99’uz” sloganıyla tam da bu adaletsizliğe ve kutuplaşmaya işaret ediyordu.

ABD istisnacılığının ve neoliberalizmin ideolojik hakimiyeti sayesinde yoksulluğun bireysel bir yetersizlik, kabiliyetsizlik göstergesi olarak kodlandığı bir toplumda bu ideolojiyi kendileri de fazlasıyla içselleştirmiş olan yoksul kesimlerin çareyi inkârda bulmalarına şaşmamak gerek herhalde. Örneğin, Pew Araştırma Merkezi’nin 2015’te yaptığı bir ankette [4]  yıllık hane gelirleri $30,000 ve altı olan insanların %34’ünün kendilerini orta gelirli ve %3’ünün üst-orta gelirli olarak tanımlaması manidar bir durum. TC rakamlarıyla bu gayet makul gelebilir ama ABD’de 4 kişilik bir aile için yoksulluk sınırının yıllık $24,250 olduğu göz önüne alındığında yanılsamanın boyutu ortaya çıkıyor. “Loser”lığı kendilerine yakıştırmayanların geliştirdikleri bir savunma mekanizması diyebiliriz buna.

Kendi partilerini dahi şaşırtan bir yükselişle 2016 seçimlerine damga vuran Donald Trump ve Bernie Sanders’ın siyasi duruşlarını “loser”lık üzerinden okumak mümkün aslında. Trump, başarısızlığın bireyselliğine inanan ve fakat ekonomik olarak tutunmakta gittikçe zorlandığı için “loser” olarak yaftalanmaktan endişe duyanlara hitap etti. Sanders ise başarısızlığın toplumsallığına inanan ve bu yüzden “loser” yaftasını sadece kendileri için değil, ötekiler için de kabul etmeyenlere seslendi. Şimdilik “loser-izm” kazandı ama keser döner sap döner…


[1] Sevin Seydi’nin çevirisiyle Oldric Press tarafından henüz Mart ayında yayımlandı.

[2] Bu Sözlük’ün maksadına dair bir giriş yazısı için bkz.

[3] Bu zihniyetin özlü bir ifadesini şu İngilizce deyimde bulmak mümkün: “kendi çizmelerinin bağcıklarından tutarak kendini yukarı çekmek” (pulling oneself up by one’s bootstraps).

[4] http://www.people-press.org/2015/03/04/most-say-government-policies-since-recession-have-done-little-to-help-middle-class-poor/