Yaşamı Savunmak
Polat S. Alpman

Yaşadığımız dönemi tanımlayacak kelimeler bulmakta zorlanıyoruz. Kelimeler yaşananları açıklamaktan fazlasıyla aciz. Ne denilse eksik, ne denilse yavan...

Türkiye’nin anılmaya değer hiçbir kurumunun kalmadığı bu vasatta yaşamaktan, yaşamı savunmaktan başka elde kalan hiçbir şey yok. Bir tür kurumsal çöküşün yaşandığı ve bu durumun bedelinin özellikle yeni rejimin korumasından mahrum kalanlar için bir tür yıkıma dönüştüğü düşünüldüğünde önümüzdeki sürecin bambaşka acılarla yoğrulacağı öngörülebilir. Bunlardan biri akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça’nın artık tahammülfersa hale gelen açlık grevi eylemlerine yönelik müdahaleler, yaşadıkları muhatapsızlık ve devamında tutuklanmaları. Bir diğeri halihazırda cezaevindeki gazeteciler, siyasetçiler ve KHK ile işlerinden, ekmeklerinden edilen, emekleri paçavra edilen ve bütün yaşamları felç edilen insanlar.

Yaşanan bu felaket manzarasına nasıl ve neden ulaşıldığı gibi meseleleri tartışmanın pratik faydasının olmadığı bir aşamaya gelindiğine göre geriye kalan tek şey yaşamı savunmak konusunda başta hükümet olmak üzere bütün siyasi mahfillerin sorumluluklarının farkına varmasını dilemek gibi naif bir iyimserlik. Oysa hala ve henüz polisiye tedbirler ve zor kullanmak dışında bir şey yok. Devletin kendisi için riskli gördüğü herkese karşı bu kadar kıyıcı olmasını sağlayan en önemli şey ise Türkiye’deki hukuk sisteminin çökmüş olmasının sağladığı rahatlık olsa gerek.

Yenisiyle eskisiyle aynı Türkiye işte.

Modern devlet şiddet tekeli konusunda kendisinden önceki devlet biçimlerinden önemli ölçüde farklılıklar içerir. Bu şiddeti sadece ‘zor’ olarak değil aynı zamanda ideolojik bir şiddet olarak da anlamak mümkün. Kemalizm ve AKP’li yıllar içerisinde yaşananlara bakıldığında kolaylıkla anlaşılabilecek bu durumun en çıplak hali ölüm, ölümlere karşı olan bu umursamazlık, bu korkutucu sessizlik içerisinde sıradan insanların devletler, hükümetler, siyasetler nedeniyle yaşamlarını kaybetmesi. Soma’daki madenciler gibi kitlesel katliamların yaşanmadığı hallerde gündeme gelmeyen iş cinayetleri de buna dahil, Silopi’de uyurken öldürülen Muhammet ile Furkan da...

Kendi yurttaşlarını potansiyel düşman olarak gören, her kimliğe belli bir anlam ve değer yükleyen, herkesi kimlik kodlarına mahkum etmeye çalışan siyaset tarzının günümüze uzanan çarpık versiyonları ile debelenen bu memleket, burjuva hukukuna bile rahmet okutturan bir döneme erişti. Hukukun ilk ve önemli görevi olan bireyi devlete karşı koruma yükümlülüğü, devleti korumak gibi bir gerekçeyle sıradan insanların hayatını karartan ve onulması imkansız yaralar açan bir işleyişe dönüştü. Şimdi devleti yeniden hukukiliğe çağırmanın derin bir paradoks barındırdığını bile bile bu çağrının yapılıyor olması, yaşamı savunmaktan fazla bir anlam içermiyor. Kimse ölmesin yahu, yeter.