Ego İdeali (II)
Erdoğan Özmen

Ayna imgesi -yani çocuğun içinde kendini tanıdığını düşündüğü imge- en temelde, çocuğa ebeveynlerin ya da daha büyük çocukların bedenlerine benzer biçimde bütünleşmiş, dengeli ve tutarlı, kontrol ve eşgüdüm özelliklerine sahip bir muktedir beden vaadi sunar. Bu anlamda, çocuğun kendi fiili gerçekliğiyle imgesel beden arasında bir yarık oluşur. Kendimi bir bütünlük, tamlık ve birlik olarak tanıdığım imge ile özdeşleştirme ego içinde bir bölünmeye yol açar. Bir imge ile özdeşleştiğimde kendimi kendimden ayıran bir hat yaratmış gibi olurum. Bir eşik. Bundan sonra kendimi asla tam olarak özdeş olmadığım, son kertede kendim olmayan bir şeydeki vaadin/beklentinin sayesinde bulacak olmanın; demek hep sürecek olan bir kendine kavuşma serüveninin, daimi bir hasretin, sıla özleminin eşiği. Kendinden ayrı düşmenin, kendinden ebediyyen ayrılmanın ilk uğrağındayızdır artık.

Şunu da eklemeli demek ki: Freud’un ilk zihin modeli olan birinci topografyanın (bilinçdışı/önbilinç/bilinç) temel meselesi bilinçdışı olanı bilinçli kılmak, bilinçli duruma ulaşmaktır. Freud daha sonra bir dizi teorik/klinik keşfin ve karşılaşmanın (bunlar arasında yas ve melankoli, narsisizm, savunmalar, tekrarlama kompulsiyonu, “haz ilkesinin ötesi”, olumsuz tedavi yanıtları ve ölüm dürtüsü vb. vardır) sonunda bu ilk zihin kuramının ruhsal işleyişi açıklamaya yetmediğini görür ve ikinci zihin kuramını (id/ego/superego) geliştirir. Bu yeni dönemde temel mesele de güncel kavramlarla yeniden dile getirilir: “İd neredeyse, ego orada olacaktır.” Sanki esaslı bir değişiklik söz konusu değilmiş gibidir. Bu uzun hikayeyi yine de şöyle toparlayalım: Ego sorununun bilinç sorunu olarak –hiçbir şey olmamış gibi yani- formüle edilmesi yetersizdir artık. Bundan böyle ego sorunu asıl anlamını, egemen olma ve egemenlik konusu olma, hakimiyet ve zafiyet, efendi ya da köle olma terim ve seçenekleri içinde bulacaktır.

Bir de insanın sürekli inşa ve değişim halinde olması demektir bu. Günümüzde “kişisel gelişim” modasının sloganı haline gelmiş ve çoktan bir buyruğa dönüşmüş olan “kendini tanı!”/ “kendin ol!” meselesinin niçin temelden yoksun ve de gereksiz ölçüde şişirilmiş bir mesele olduğunun yanıtları da burada aranmalıdır. Kendi olmanın anlamı ve nasıl bir şey olduğu insana kapalıdır çünkü. Bundan sonra insanın içinde bu iki kutup çatışıp duracaktır: Bir yanda sonu gelmez bir kendiyle birleşme, bütünleşme diğer yanda ise o bölünmeyi bereketli bir gerilimin ve huzursuzluğun kaynağı olarak derinleştirme çabası daima yan yana var olacaktır. Bu kökensel çatışma ve uyumsuzluğa, bu zihinsel/ruhsal karmaşaya katlanmak en zor imtihanıdır insanın.

Böylece şuna da varmış oluruz: Daha derindeki gerçek ben’i örten; korkutucu nefret, haset ve kıskançlık düğümleriyle, dehşetengiz sado-mazohist fantazilerle, saldırganlık ve cinsellikle ilgili iğrenç meşguliyet ve takıntılarla ağzına kadar dolu asıl benliği gizleme amacı güden maskelerle dolaşmak ya da yüzüne bir maske takmak filan da yoktur artık. Bunlar da vardır belki, ama daima bambaşka, yüce ve mucizevi arzu ve aşırılıklarla bir arada var değil midir? Ya da gerçek olan her şey daima ve mecburen zaten kendi yerindedir. “Aslında olmadığım o kişiyi değil, yeniden olacağım/gerçekte olduğum o kişiyi göstermeliyim” türü kendine söz verip durmalar sadece ayağımıza dolanır. Demek insanın tüm bu ikili/karşıt konum ve hallerini, en nihayetinde bir dizi imgesel ve simgesel özdeşleşme pratiği olarak ele almalı, o çerçevede düşünmeliyiz.

İnsanın bir gözünü hep kendi yapıp etme etkinliğine ve kudretine dikmesi, dünyasını ve ilişkilerini dönüştürecek devrimci praksise –ve o deneyimin bilgisine- her daim hazır ve açık ve aç olması –bu yüzden, daima hiç umulmadık bir zamanda ortaya çıkar devrim-, üretici/yaratıcı eylemliliğiyle yeni varoluş ve hayat imkanları arayışını aralıksızca sürdürmesi sebepsiz değil demek ki. Bir yönüyle de kendine ilişkin daha hakiki ve kalıcı bir içgörü ve sezgiye ulaşma çabasıdır bu. İnsan için inzivaya çekilmek, tefekküre dalmak, kendine batmanın çeşitli ritüellerini tekrar etmek en temeldeki kurucu yabancılaşmayı aşındırmanın ve kendiyle hemhal olmanın bir usulü olamaz. Günümüzde en dip katmanındaki hayvanlığına kadar düşürülmüş ve indirgenmiş varlığımızı –sonu gelmez çıkar, güç, bencillik ve iktidar savaşlarında heder olan bir insanlık durumu nedir ki başka- ve mevcut gerçekliği delip geçmenin ve var olan ile arzulanan arasındaki yarığı kat etmenin süreci, sadece bu, kolektif politik eylemlilik aynı zamanda kendine ulaşmanın biricik biçimi olabilir.   

Lacan tarafından başlangıçta gerçek bir çatlak ve kusura (erken doğmuş olmanın bünyevi yetersizlik ve yoksunluklarına) bir cevap ve çare/telafi olarak düşünülmüş olan ayna evresi giderek başka bir düzleme taşınır. İlgili sorunun, gerçek/biyolojik bir eksiği feshetmek yerine simgeselin (dil ve sosyo-kültürel kayıt) oluşturduğu bir çatlağın onarılması, simgesel olarak belirlenmiş bir eksiğin giderilmesi olarak kavranması söz konusudur artık.