Popülizm (II): Kavramsal Açmaz
Aybars Yanık

Mühim bir sorgulamayla devam edelim: Bugün demokrasiden bahsettiğimizde aslında neyden bahsetmiş oluruz, neyi ima ederiz?

İlk anda akla hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı/tarafsızlığı, yönetimi hesap verilebilir kılma, şeffaflık gibi çok temel ilkeler geliyor. Peki bunlar bir rejimi demokratik kılar mı? Pek çoklarına göre kılabilir. O halde demokrasiyi savunmak, aslında bu değerleri savunmaya indirgenebilir mi? Reel olarak demokrasiden “konuşmak”, onu tartışmak istiyorsak, evet. Peki demokrasiyi konuşmanın tek yolu bu değerlerin kendilerini tartışmaktan öteye gidemez mi? Gider, gitmelidir. O halde bu ilkeler ile bir uzlaşmazlık söz konusu: Şimdilik, bu uzlaşmazlığı birinci “problem” olarak bir kenara koyalım.

***

Yukarıda sayılan temel ilkelerin demokrasi diye tanımladığımız kavramın içeriğini oluşturması doğal/olağan bir sonuç mudur? Yani demokrasi ile bu ilkeler arasında bir “fark/açıklık” mı vardır yoksa aslında bir “özdeşleşme”den mi bahsediyoruz? Hadi meseleyi daha karmaşık hale getirmek için bir hamle daha yapalım: Sözgelimi “adalet” kavramı, hakim bir adaletsizlik durumunu öncelemeden -bir kişinin belirli bir zaman aralığındaki kârıyla dünyadaki bilmem kaç insanın belirli bir zaman aralığındaki gelirinin denk olması gibi- neyi ifade eder? “Adalet”in içini, hemen yukarıda örneklediğim gelir dengesizliği/eşitsizliği gibi durumların içinden çekip çıkardıklarımızla doldurduğumuza göre, kavramın verili bir durumla ilişkisini nasıl tahayyül etmeliyiz? O halde demokrasi, ne tip “olay”ları önceliyor olabilir?

Kavram, olaylardan edinilen bilgi/talep/referans ile özdeşleştirildiği momentte kristalize edilebilecekse, demokrasinin öncelediği durum(lar) ile ilişkisi de bir talepler/istekler/yönelimler ile özdeşleşmenin sonucudur ve bu sonuç aslında bize hegemonik bir ânı gösteriyordur. Yani kavramı, yalnızca (hegemonik) söylem ile ilişki içerisinde kavrayabiliriz.

Antik Yunan’da, bugün bizleri dehşete düşürecek bir deneyim olan ostrakismos pratiğinden anlaşılan şey demokrasiydi. Atina’da, birinin iyiden iyiye güçlenip herkesi domine edecek bir pozisyona gelmesini engellemek için oluşturulan bu pratik, böyle bir riskin sezildiği bir durumda, bugün televizyondan izlediğimiz “Survivor” programındaki gibi “Kim gitsin?/Gitsin mi?” diye oylama yapılarak gerçekleştiriliyordu. “Halkın egemenliği”nin pratik edildiği bir durumdan söz etmiş oluyoruz aslında.

Kısacası kavramların içeriğine dair tartışmaların çeşitliliği, kavramın “gevşekliği”nden, “değersizliğinden” değil, ona dair söylemlerin arasında cereyan eden iktidar mücadelesinden kaynaklanıyor. Bugün, demokrasinin bir anlamı hoşumuza gitmeyecek biçimde aleyhte bir pozisyona doğru ilerliyorsa, bunu demokrasiden kaynaklanan bir sorun olarak değil, mücadelenin içerisinde yer almanın bir imkânı olarak görmeliyiz.

Gelgelelim, nedense, demokrasi için geçerli olan -olması da gereken- muğlaklığın kabulü, “popülizm” için geçerli olmuyor. Popülizm, oldukça pejoratif bir biçimde, demokrasisizliğin bir semptomu olarak okunuyor: bir tür hastalık; yani tedavi edilmesi gerekiyor. Bununla da kalınmıyor, “otoritarizm”, “totalitarizm”, “faşizm”, “aşırı sağ” gibi ideolojilerin ikamesi olarak cömertçe ziyan edilebiliyor. Bu kavramların yerine kullanılabiliyor. Bu cömertliği neye borçluyuz?

Bugün hem Corbyn’i, hem Trump’ı “popülist” olarak tanımlayan Batılı akademik elit (Michael Kazin, biraz Cas Mudde ve Nancy Fraser’ı dışarıda tutalım) bu figürlere ve onların politika yapma tarzlarına karşı demokrasinin hangi unsurlarını, hangi saiklerle öne çıkarıyorlar? Örneğin yukarıda adı geçen bu iki figürü anti-demokratik yapan şey nedir? Gerçekten de sağ-sol ayırt edilmeden, günümüzde liberal demokrasilere tehdit olarak görülen bütün politik aktör, parti, hareket ve figürlere “popülist” denmesini sağlayan ortak hat ne üzerine kuruluyor?

Demokrasiyi “gerçekten” savunsun savunmasın, demokrasinin yumuşak karnı olarak “halksızlığı” problematize eden “halk yardakçılarının” aleyhine inşa edilen bir zeminin üzerine…

***

Demokrasinin liberalizasyonu sürecinde, liberalizm kendisini demokratikleştirirken, demokrasinin asli unsurunun (halk egemenliği ilkesi) aleyhinde genişleyerek, hemen her an onu baskılayarak var kalmaya çalışıyor: Kavram üzerindeki en büyük “uzlaşmaz” gerilim de burada konumlanıyor. Bu gerilimin yeni yüzü, popülizm ve demokrasi arasında mutlak bir karşıtlık kurmak oldu. Tıpkı ezel ebet İslâm ve demokrasi arasında kurulduğu gibi… Liberalizm ile demokrasi arasındaki mutsuz evliliğe dair şiddetli bir karşı çıkışın hiç şansı olmamıştı oysaki.

 

Şunu söylemeden geçmeyelim: Herhangi iki kavram arasında ne aşılamaz sınırlar ne de birbirlerine indirgenebilecek düzeyler bulunur. Sözgelimi ne popülizm ile demokrasi arasında ne de herhangi bir kavram ile başka bir kavram arasında uzlaşmazlık veya bir özdeşleşme önsel olarak var olamaz. “Soru”nun kendisi (x, y ile uzlaşır mı?) arka planda kıyaslanan “şey”lere tarih-dışı bir öz atfeder. Fakat “x” ile “y” birbirine karışabilir ve yeni bir biçim/sentez oluşturabilir: liberal demokrasi, sağ popülizm, merkez sol, sağ liberteryenizm, sol liberteryenizm gibi…

Popülizmin özünü, yani “the populism” diye bir şeyi tanımlama inadıyla günümüzde vuku bulan olaylara cevap verebilmenin beyhudeliği aşikârsa, günümüzde “uzlaştırılamayan” gerilimlerin eksenlerini arayabilmek için birkaç popüler kültür ürününden sahneler aktararak devam edelim.