Ölüm Üzerine Düşünceler (V)
Derviş Aydın Akkoç

Albert Camus’nün Mutlu Ölüm’ün ilk bölümünde tartıştığı problemler (para, çalışma, ölüm, uygarlık, aşk, özgürlük, beden vb.) daha merkezi ve kuşatıcı bir probleme varmak içindir aslında: hayatın çekirdeğini oluşturan, varoluşa sinsice sirayet eden “saçma düşüncesi.” Şakası çok az olan –trajiği sürdürmek için o da- karanlık bir düşüncedir bu. Camus açısından insani varoluş önünde sonunda saçmalıkla kayıtlıdır. İktidar, haz, acı ve sair her şey fani ve uçucudur; daha dipte duran, kişiyi şekillendiren şey saçma düşüncesi ve bu düşüncenin etrafında konuşlanmış olan belli belirsiz duygulardır. 

Kişi hayatı boyunca, “saçma düşüncesi”ne şu ya da bu şekilde, hiç değilse bir kez tanık olmuştur, ama karşılaşır karşılaşmaz ötelemeye çalışır bu kesif düşünceyi. Zira varoluşun / hayatın bir “anlamı” olmalıdır; saçma düşüncesi “hayatın anlamı”nın altını oyar. “Ölüm bilinci”ne dönüşecek olan ölüm düşüncesi de her şey gibi saçmadır elbette. Sahip olduğu parayla zincirlerinden kurtulan Mersault yaşlı kıtayı gezmeye koyulup da, Almanya’da bir otel odasında soluğu aldığında yakalanır bu sarsıcı saçma düşüncesine:

“Böylesi bir yüz üstü bırakılmışlık ve yalnızlık karşısında, ağzına korkunç bir tatlılık doluyordu. Kendini her şeyden, kendi ateşinden bile bunca uzakta hissedip, en iyi hazırlanılmış yaşamların temelinde saçmanın, bayağının bulunduğunu açık seçik biçimde hissedince, gözlerinin önünde, bu odada, kuşku ve belirsizlikten doğan garip bir özgürlüğün utangaç, gizli yüzü yükseliyordu.” (s. 71)

“Yaşamın temelindeki saçma”: Başlangıçta muhatabıyla cilveleşen, “tatlı” ve esnek bir histir ama zamanla katı ve geçirimsiz bir düşünceye dönüşür. İnsan dışsal koşulların yazgı üzerindeki etkilerinin en aza indirildiği bir düzlemde yaşasa da, insani varoluşun toplumsal ve politik veçhelerinin yanı sıra, ontolojik-kozmik veçheleri de vardır.

Camus romanın ikinci bölümünde bu veçheye odaklanır. İnsanın ezeli doyumsuzluğu mutluluk arayışlarını sekteye uğratır. Daimi mutluluk yoktur, kapanmaz “boşluk” vardır sadece ve ne yapılacaksa bu boşlukla yapılacaktır. Harisliği, merhameti, sevgisi ve acısı, yetenek ve kapasiteleriyle insan terk edilmiştir. Sonsuz ıssızlıkta yapayalnız ve istikametsizdir. Elinde karşı koymaktan, “başkaldırmaktan” başka çare yoktur. Yanılsamalar, boş beklentiler, romantik reddiyeler, gelgeç hazlar yerini -“saçma düşüncesinin” de tazyikiyle- “gerçeklik”e bırakır. Kabulü, hazmedilmesi zor ama nötr bir gerçekliktir bu.

Saçmanın ve gerçekliğin birbirine lehimlendiği, arzunun etrafında dönüp dolaştığı ve hep boşa düştüğü ontolojik kilitlenmeyi, Camus “derin çatlak” tabiriyle yerli yerine oturtur:

“Sanki sokağın bütün sesleri; evlerin ötesindeki bütün yaşam, bir adresi, bir ailesi, bir amcayla anlaşmazlıkları, sofrada yeğlediği şeyler, kronik bir rahatsızlığı olan adamların gürültüleri; kendine özgü kişilikleri olan insanların karmaşası; kalabalığın korkunç yüreğinden sonsuza kadar ayrılmış büyük çarpıntılar gibi, geçidin içine giriyor ve Mersault’nun odasında baloncuklar biçiminde patlamak üzere, bütün avlu boyunca yükselmeye başlıyordu. Böylesine bir duyarlıkla, dünyadaki her yaşam belirtisine dikkat edince, Mersault kendisini yaşama açan derin çatlağı kavradı.” (s. 72)

Hissetmekten kavramaya: “derin çatlak” kişiyi yaşama açtığı kadar onu yaşama kapatır da. Bu derin çatlağı kimin ne sebeple yarattığı ya da çatlağın nasıl oluştuğu önemli değildir. Belki de insanın doğumuyla alakalıdır. Kişinin yaşamı boyunca ateşten bir zemberek gibi işleyen bu çatlak tadil edilemez, doldurulamaz bir niteliğe sahiptir. Derin çatlağı kavradıkça, saçma hissine iyiden iyiye gömüldükçe Mersault’yu “mutluluk isteği daha az yönetir duruma” gelir. Yaşamının neredeyse tüm imgeleri, öptüğü o dudaklar, gezip dolaştığı kentler, geride bıraktığı yoksul günler ağırlığını kaybeder: “Geçmişi ve yitirmiş olduğu şeyler karşısında özgür hissediyordu kendini.” Bu özgürlük hissiyle giderek “mutlu ölüm” isteğinden de “bilinçli ölüm” isteğinden de uzaklaşır. Çatlağa rağmen yaşamda ısrar eder; “uzak fabrika bacalarının insanda bir ağlama arzusu uyandırdığı Bohemya görüntüsünün tatlılığının içine dolmasına izin” verir; az da olsa ferahlar, kendiyle barışır. Hayat ve ölüm söz konusu olduğunda “çirkefliklerden” kendi payına düşeni almaktan da geri durmaz tabii: “suçortaklığını” bilir...

***

“Sevincini her gün yeniden ele geçirmek zorunda olan insan”ın bu dünyadaki serüveninde mutluluk -imkânsız da olsa- aranmaya değerdir ama. İnsanın hatası bunu “istekle” buluşturmasıdır: “Yaşamı boyunca mutluluğun ardından koşmuştu, oysa herkes gibi o da bunun olmazlığına yürekten inanıyordu. Mutlu olmak isteğine oynamıştı o da. Hiçbir zaman bilinçli ve kesin bir kararla istememişti bunu.” Kişi oyun oynamaktan vazgeçtiğinde, bilinçli bir kararla mutluluk arayışına yöneldiğinde mutlu olabilecektir... Olabilecek midir sahiden? Belki... Zira bir uçurum misali “derin çatlak” hep oradadır, arzunun ve hazzın yanı başında pusuya yatmıştır...